Avrupa’daki Türk aile yapısını kuşaklar açısından incelemek, sadece aile yapısının nereye evrildiğini ortaya koymakla kalmayacak, aynı zamanda değişen aile yapısının her bir kuşakta karşılaştığı sorunları da analiz etme imkânı tanıyacaktır. Bugün Avrupa genelinde üç kuşaktan oluşan bir demografik yapıya sahip bulunuyoruz. İlk kuşak döneminde yabancı işçiler “misafir” işçi statüsünde bulundukları için ailelerinden uzakta bir yaşam sürdürmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde aile yapısını “bölünmüş” aile olarak adlandırmak yanlış olmaz. Birinci kuşağa özgü bu ailenin iki temel sorunu bulunmaktadır:
Birincisi, yalnız başına yaşamak zorunda kalan işçilerin, ailelerinden ve toplumdan yalıtlanmış bir biçimde yaşamaları onların kendilerini yalnız hissetmelerine sebep olmuştur. Çünkü misafir işçi aile ve memleketinden uzak olduğu gibi, yaşadıkları ülkelerde de pansiyon, baraka ve kamplarda yaşamaktadır. Dilini ve kültürünü bilmediği toplum ona ne kadar yabancı ise, kendisi de burada o kadar yabancıdır.
Yalnız yaşam sadece yalnızlık sorununu beraberinde getirmiyor, yalnızlık bazı sosyal, psikolojik ve kültürel sorunları da tetiklemektedir. Sözgelimi alkol kullanımı yüksek olup cinsel sorunlarla da baş etmek zorundadırlar.
Ülkesinde kalan aile bireyleri, bugüne kıyasla kısmen daha kalabalık olup bu aileyi anne yönetmek zorunda kalmıştır. O zaman ki deyimle “Alamancı aile”de kadın hem anne hem de baba olarak görev alır. Bu, Anadolu kadınına çifte bir yük getirir. Çünkü hem evin iç işlerinden hem de dış işlerinden sorumludur. Pek çok aile çocuklarını şehirde okutmak üzere göç ettikleri için göçün travmatik etkisi altındadır. Bu aileler için göç, çifte bir anlam kazanmıştır.
Yetmişli yılların ortasından seksenli yılların ortasına kadar yoğun bir biçimde gerçekleşen “aile birleşimi” pek çok şeyi değiştirmiştir. Aileler bütünleşmeye ve yeniden aile reisinin yönetiminde birlik olmaya başlamışlardır. Ancak uzun süre ayrı yaşayan aile bireyleri birbirine yabancılaşmış ve farklı bir sosyalleşme süreci geçirmiş olduklarından yeniden bütünleşme sürecinde ciddi uyum sorunları yaşamışlardır. Aile içi uyum sorunlar yetmiyormuş gibi bir de yeni geldikleri toplum ve sosyal çevreye uyum sağlamak zorunda kalmışlardır. Çifte uyum ve beraberinde gelen sorunlar, aile bireylerinden yüksek derecede bir uyum kapasitesi ve sorunların üstünden gelme beceresi istemektedir.
Aile birleşimi sonucu ortaya çıkan ikinci kuşak, Avrupa’da sorunlu bir kuşak olarak algılanmıştır. Hollandalıların deyimiyle “gemi ve rıhtım arasında kalmak” bu kuşağı tanımlayan bir ifade olmuştur. İkinci kuşak hem anne-babasıyla kuşak çatışması yaşarken hem de içinde bulunduğu toplumla kültür çatışmaları içine düşmüştür. İkinci kuşağın aile yapısı “aile oluşturma” yoluyla gerçekleşmiştir. Çoğunlukla kendi ülkesinden ve hatta köyünden seçtiği bir kız veya oğlanla evlenerek onu yanına aldırmıştır. Türkiye’den gelen gelinler çok fazla sorun oluşturmazken, “ithal damatlar” Türk toplumunda pek itibar görmeyen içgüveyilik sebebiyle kendilerini baskı altında hissetmişler ve zaman zaman eşinin ailesiyle çatışmalar içine girmişlerdir. Bu dönemde çok itibar gören akraba evlilikleri de ayrı bir sorun kümesi oluşturmaktadır. Yüzde 40’lara varan (Türkiye’deki genel oranın iki katı) oranlarda akraba evlilikleri, ailelerin beklentilerinin yüksek olması sebebiyle eşler üzerinde baskı oluşturmuştur.
Bugün, Almanya başta olmak üzere üçüncü kuşağın oluşturduğu aileler Avrupa’da boy vermektedir. Bu yeni kuşağın aile yapısında da birçok yenilikler ve zorluklar söz konusudur. Yüksek düzeyde Avrupa’da eğitim ve istihdam hayatına entegre olan üçüncü kuşak, kendi ülkelerinden yaptıkları evlilikler ve getirdikleri eşlerle büyük uyumsuzluklar yaşayabilmektedir. Bu uyumsuzluklardan kaçınan gençler karma evliliklere yönelmektedir. Her iki aile modelinde de eşler arası ilişkiler kırılgan ve aile yapıları dayanıksızdır.
Çocukların yetiştirilmesi ise büyük sorun teşkil etmektedir. Karma evliliklerde çocuğun isminin ne olacağından nasıl yetiştirilmesi gerektiğine dair sorular ve sorunlar, çatışmalara ve boşanmalara sebep olmaktadır.
Avrupa’daki aileleri bekleyen temel sorunların başında artan boşanma ve eviçi şiddet olayları gelmektedir. Her iki problemin de gerisinde değişen roller ve beklentiler konusunda bir uzlaşmanın olmaması ya da yaratılamaması yatmaktadır. İkinci sorunlar kümesini yetişkin ve gençlerin çeşitli türden bağımlılıkları oluşturmaktadır. Dijital bağımlılıklar ve bunlarla birlikte gelen sorunlar önemli bir bağımlılık alanını oluşturmaktadır. Yetiştirme sorunları, tüm kuşakların sorunu olmaya devam etmektedir. Modern toplum ve geleneksel kültürel ögeler arasındaki uyumsuzluklar yetiştirme sorunlarının kaynağını oluşturmaktadır. Modern toplum ciddi riskler ve meydan okumalar yaratırken, geleneksel kültür bunları karşılamakta zorlanmaktadır.
İkinci ve üçüncü kuşakların oluşturduğu aileler bu sorunlarla mücadele ederken, bir de Avrupa’da artan İslamofobi ve Türkofobi nedeniyle dışlanma ve ayrımcılık yaşamaktadırlar. Yükselen siyasal anti-İslamist söylem ve politikaların kendisi sorunlar yaratmakla kalmıyor, toplumsal dışlama ve ayrımcılıklara da cesaret vermektedir.
Tüm bu sorunlar, ailelere yönelik ciddi destek mekanizmalarının olmaması veya yetersiz kalması nedeniyle daha katmerli bir hâle gelmektedir. Bu durumda Avrupa’daki Türk toplumu aile konusunda ciddi araştırmalar, çalıştaylar ve yayınlar yapmakla kalmayıp yeni kurumlar üretmeli ve artık aile sorunlarını öncelikli bir sorun olarak ilan etmelidirler.
Hep şunun bilincinde olmak lazım: Eğer aile çökerse toplum da çöker.
Kadir Canatan —◄◄