Hollanda toplumunda kültür, politika ve ilişkilerin kutuplaştığı hususunda yaygın bir ittifak var. Gazeteler bu hususu yoğun olarak haber yapıyor. Televizyonda tartışma programları yapılıyor. Çeşitli grupların aralarının bir uçurum olarak açıldığını ve irtibatın kalktığı ifade ediliyor. Toplumsal sorunların çözümünde kullanılan ‘pazarlık’ ve ‘orta yol’ bulma kalkmış gibi gözüküyor. Hatta bazıları, toplumdaki farklılaşma, gerilim ve kutuplaşma o kadar ileri ki ‘iç savaş’ çıkabilir uyarısında bulunuyor. Arnhem’de Kur’an’ın yakılma teşebbüsü ve çıkan olaylar, Hamas-İsrail savaşının(!) buralara yansımaları, ilticacılar pazarlıkları üzerine Rutte hükûmetin düşmesi, PVV’nin birinci parti olarak çıkması Hollanda toplumun ileri düzeyde değiştiğini gösteriyor. Artık seçimlerin iktidara getirdiği ‘çoğunluk’, anayasal haklara ve hukuka rağmen ‘diktatör’ olacak gibi görünüyor.

Kaygı verici bir durum…Aşırı sağın iktidara gelmesi, Kur’an’ın yakılması ve toplumun göçmenlere ve özellikle Müslümanlara karşı olan yaygın tutumu pek çok kişiye yirminci asrın 30’lu yıllarının Almanya’sını hatırlatıyor. Almanya’da da nasyonal-sosyalizmin iktidarı da kitap yakmalarla başlamıştı. Yakılan kitapların temsil ettikleri düşünce ulusal kimlik ve birlik için bir tehdit olarak nitelendirildi. Sonra da bu kitapların sahipleri ve o düşüncede/inançta olan insanlar yakıldı. Katolik kilisenin ‘dinî mahkemeleri’ de önce kitapları yakıyordu sonrada kitabın yazarlarını ve ona inananları. İyi ki bu ‘kitap ve insan yakma’ uygulamaları Müslümanların tarihinde olmamış…

Simdi bu süreç nasıl başlıyor, nasıl işliyor?

Hangi aşamalardan geçerek bir toplum kendini dışarıya kapatıyor ve kendi ulusal kimliğini bir ‘beka’ meselesi hâline getiriyor? Göçmenleri, sığınmacıları ve yabancıları bir varoluşsal tehdit olarak görüyor? Tehdit edilen belli ki ‘şey’ din değil. 20. asırlarda bu ‘ulusal kimlik/birlik’ veya bir ‘ideoloji’ olarak öne çıkıyor.

Hollanda’nın aşırı sağ partisi iktidara geliyor. Pazarlıklar sürüyor. Masaya oturan partilerin ortak oldukları husus hepsinin de göçmenleri, ilticacıları ve yabancıları Hollanda toplumu ve kimliği için ‘tehdit’ olarak görmeleri. Wilders bunu “faşist” ideolojisinden hareketle ifade ediyor. Hollanda’nın ulusal kimliğini ve kültürünü ‘saf’ tutma sözü veriyor.

Diğer koalisyon pazarlığı yapan partiler ise ilticacıları ve göçmen işçileri sınırlamak istiyorlar. Bir anlamda ‘yeter’ diyorlar ve bu tutumlarını ideolojik olarak gerekçelendirmekten uzak duruyorlar. Daha çok pragmatik olarak gerekçelendiriyorlar. İyi baktığımızda Wilders ‘ideolojik’ diğer partiler ise ‘popülist’ bir söylem takip ediyorlar. Koalisyon görüşmeleri başarı ile sonuçlandığında, popülist partilerin sayesinde Wilders’ın aşırı sağ/faşist ideolojisi iktidara gelmiş olacak. Üstelik Wilders’ın faşist olduğu yoğun bir şekilde ifade edilirken, ona oy veren insanların ekserisinin böyle olmadığı da ifade ediliyor. Bu da gösteriyor ki, tıpkı Almanya’nın 1930’larında olduğu gibi ‘faşist’ bir partiyi, sıradan ve ideolojik olmayan ‘halk’ iktidara getiriyor. Netice (soy kırımı, toplu şiddet veya sürme) ortaya çıkardığında halk ‘bilemedik’ diyor, ‘soy kırımı’ yapan faşistler de ‘halk bizden bunu istedi’ diyor.

Müslümanların Odak Hâle Gelmesi…Geçtiğimiz 10 sene döneminde hemen hemen herkes Hollanda’nın bu yöne doğru gitmekte olduğunu öngörmüştü. Ve süreç hâlen işliyor. Hollanda toplumunun sertleşmesi, hoşgörü sınırlarının daralması, toplumsal kutuplaşmanın belirginleşmesi ve toplumun sağlaşması.

11 Eylül saldırıları ve daha sonra Theo van Gogh’un katledilmesinden sonra hâkim olan ‘güvenlik’ politikaları bu dönüşümün politik-sosyal zemini oldu.

Bu dönemde Hollanda Müslümanlarının ‘odak’ olmasını gördük. Hem resmî algıda ve hem de toplumsal algıda tehdit adresi Müslümanlar olarak göründü. Bu ‘odaklanmaya’ İslami kesimin tepkisi hem ‘hafife alma’ yönünde oldu ve hem de oldukça yüzeysel kaldı. Hatta bazı İslami kesimler (Selefîler gibi) bu gelişmeye ‘meydan okudu’ onu ‘tetikledi’ ve ‘malzeme verdi’. Selefî Müslümanların devlete kafa tutmalarının faturası bütün Müslümanlara çıktı. Diğer taraftan da Müslümanların ‘kahramanları’ ve İslam’ın ‘mücahitleri’ Selefî geçler oldu.

Hollanda kamu kuruluşları çok hızlı bir şekilde bu ‘algıyı’ kurumsallaştırdı. Bünyelerinde, olmadık ‘uzmanlar’ istihdam edildi. Görevleri Müslüman toplumunda ortaya çıktığı varsayılan ‘radikal’ ve ‘cihatçı’ İslami söylemi takip etmek için yüzlerce ‘uzman’ istihdam edildi. Bilgi topladılar, algoritma ve profiller geliştirdiler. Yine aynı dönemde diğer kamu kurumlarının (Maliye, Hariciye ve Polis) Müslümanları algoritmalar üzerinden ‘kurumsal ayrımcılığa’ tabi tuttular. Neticede Müslümanlarla ilgili kamu kurumlarında müthiş bir bilgi birikimi oldu. Bu bilginin nasıl kullanılacağı hususu tamamen belirsiz.

Her iki alanda da ortaya çıkan pratik, sadece Müslümanlara yönelik kamu otoritesinin hâkim ‘güvensizliğini’ ortaya çıkarmadı, aynı zamanda Müslümanları toplumsal ‘odak’ da yaptı. Yeni yapılan araştırmalar geçtiğimiz üç-dört sene içinde güvenlik politikalarının gerçekçi bir dayanaktan yoksun olduğu ve ileri düzeyde abartılı olduğu ortaya çıktı.

Müslümanların arasında çok az münferit bir grup gencin ‘radikalleşme’ ve ‘cihatçı’ söyleme ilgi duyduğu ortaya çıktı. Ancak olan olmuştu. Hollanda’nın yerleşik halkı ve sivil kurumları, genel olarak, Müslümanları ‘uyum sağlamayan’, ‘kapalı’, ‘uzantı’, ‘anlaşılmaz’ ve toplumsal sosyal birlik için bir ‘tehdit’ olarak algıladılar. Bu algı iyice oturdu, yaygınlaştı ve normal oldu. Hollanda Müslümanları ve İslami kuruluşlar bu ‘tehdit’ algısının yaygınlaşması ve normalleşmesine de etkin tepki geliştiremediler. Genelde hafife aldılar, hiçbir şekilde bir dengeleyici adım atmadılar. Daha çok ‘müstağni/kanaatkâr’ davrandılar.

Irkçı Partinin Yükseliş Sebebi…

Son zamanlar da devletin bazı kurumları bu ‘kopuşu’ ve ‘uçurumu’ görmesine rağmen ilişkileri düzeltme çabası etki etmedi. Yapılan görüşmeler hiçbir şekilde olumlu bir adıma dönüşmedi. İslami kesim bu kamu otoritesindeki farkındalığını bir şans olarak değerlendirmedi. Daha çok suçladı, ayak diredi, kafa tuttu. ‘Selefî Müslümanlar’ burada da etkin oldular. Çok sınırlı da olsa bu farkındalığın toplum ve politik söylemlere yansıması hiç olmadı. Mesafe daha da açıldı. Hollanda bu koşullarda seçime gitti. Netice belli oldu. Hollanda toplumu ‘faşist’ bir partiyi iktidara getirmek için gerekeni yaptı. Şimdi sıra Wilders’a geldi.

Wilders iktidarı başladığında, Müslümanlar açısında toplumsal koşullar nasıl olacak? Herhangi bir direnç oluşabilir mi? Yoksa, tıpkı seçimde olduğu gibi, yoğun bir destekle mi karşılaşacak? Müslüman kesimi ‘göçmen’, ‘kırılgan’ diye onlara destek çıkacak birileri olacak mi acaba?

Toplumsal sağlaşmanın en büyük etkisi, kültürel ve dinî farklılığı ‘uyumsuzluk’ olarak nitelendirmesi ve davranışsal olarak yadsıması olmuştur. Bu dönemde, ‘çok kültürlü toplum’ toplumsal bir ideal olarak alternatif olmaktan tamamen kalkmıştır. Onun savunucuları yoktur artık. Bunun anlamı herkes için yönlendirici ve norm olan tek bir toplum kimliği vardır. Herkes için bu kimlik esastır. Bu kimliğin merkezi değerleri, normları ve yönelişleri herkes için bir geçerli olmaktadır. Böylece Hollanda’nın ortak bir kimliğe sahip olduğu ve merkezi ilkeleri ile tüm Hollanda’da yaşayanlar için geçerli olduğu sabitlenmiştir.

Bu süreç eski bakan Asscher döneminde başlamıştı. Buna göre ‘Hollanda’nın kendine has, ayrıştırıcı bir kimliği yok’ ifadesi kabul edilemez bir tutum oldu.

Bunu diyen ve savunan kişi, toplumsal olarak dışlanmaktadır. Wilders iktidara gelip ‘ben Hollanda kimliğini, kültürünü ve öz Hollanda toplumunu esas alacağım’ dediğinde, toplumun genel algısı ve tutumu ile tamamen örtüşmektedir.

Politik Hava Müslümanları İçine Kapıyor…

Bu durumun tersi ise ‘ayrımcılığın’ normalleşmiş olmasıdır. Başka bir deyimle, ayrımcılığa uğrayan kişi Müslümansa, göçmen bir geçmişe sahipse ayrımcılığı hak etmektedir. Çünkü, o kendisini toplumdan ‘ayrıştırmaktadır’ ve ‘ben sizden değilim’ demekle ayrımcılığı üzerine çekmektedir. Geçtiğimiz yirmi sene içinde zaten Wilders hep bunu savunmuştu ve bu bağlamda anayasanın birinci maddesini değiştirme önerisinde bulunuyordu. Başka bir deyişle önümüzdeki dönemlerde, politik ve kamu tartışmalarında kültürel ve dinî kimliklere yönelik ‘ayrımcılığı’ problematize eden ve ayrımcılığa karşı mücadele veren, sağdan, Hristiyan Demokratlardan ve soldan çok insan olmayacaktır. Ayrımcılığa ilkesel olarak karşı çıkan ve üniversal/kozmopolit bir politik duruşu olan sol (PvdA, SP, D66) kesimin dahi sesi oldukça cılız çıkacaktır. Toplumsal sağlaşmanın ve keskinleşmenin etkisi ile. Wilders’in aşırı sağ söylemi Hollanda’nın merkez partilerinin de sağlaşmasına neden olduğunu buradan anlıyoruz. Mecliste DENK Partisi ‘sadece biz bununla mücadele ediyoruz’ diye politika yapacaktır. Ancak etkili olmayacağı açık. Dışarıda ise ayrımcılık makinesi, Müslümanlara yönelik olarak harıl harıl işleyecektir.

Müslümanların Topluma Yabancılaşması…

Bu toplumsal-politik hava, Müslümanların daha da ‘geri’ çekilip kendi içlerine kapanmalarına neden olmuştu. Wilders hükûmeti onları daha da geri itecektir. Benim gibi ‘köprü’ ve ‘aracı’ kişilerin gayreti tamamen anlamsızlaşacaktır. Zaten Müslümanların toplumsal katılımı bir sorun olarak önümüzde duruyordu. Ve ikinci neslin bu ‘toplumsal soyut ve mesafeli’ tutumu bir oranda giderecekleri öngörülüyordu. Çünkü onlar buralı idiler. Ancak güvenlik politikaları ile ortaya çıkan ve yaygınlaşan toplumsal sağlaşma ikinci nesil Müslümanları ciddi şekilde ‘öteledi’ ve onların toplumsal katılımını ve kültürel sahiplenme süreçlerini sekteye uğrattı. Hollanda doğma ve büyüme olmalarına rağmen fark edilir düzeyde Hollanda toplumu ve kamu kurumlarına yönelik olarak ‘mesafeyi’ ve ‘güvensizliği’ derinleştirdi. Kamu tartışmalarında ikinci nesil Müslümanların, topluma, Hollanda’ya yönelik daha da ‘yabancılaşma’ ortaya çıkardığını görüyoruz. Bu koşullarda (toplumsal sağlaşma, ayrımcılığın normalleştiği kültür, ikinci neslin güvensiz ve yabancılaşması) aşırı sağ PVV hükûmeti Hollanda’da iktidara geldiğinde oldukça rahat olacaktır. Müslümanların dinî pratiklerini imkânsız kılmak için alacağı önlemler genellikle halktan destek göreceğe benzemektedir.

Belli ki Wilders hükûmeti ilk aşamada kamu kurumlarını ‘temizleme’ politikası izleyecektir. Bu noktada Hollanda daha çok Fransa’ya benzemeye başlayacaktır. ‘Kamu nötr olmalı’ deyip, dinî sembolleri dışlamak için çeşitli kanuni değişikler yapılacaktır.

Sonraki aşamada Wilders hükûmeti ‘kamu alanını’ arındırmayı deneyecektir. Bu ‘temizleme’ ve ‘saflaştıma’ uygulamaları büyük oranda Müslümanlara ve İslami sembollere yönelik olacağa benziyor.

Koalisyon görüşmeleri sürüyor. Dilan Yesilgöz’ün VVD’si değil, Pieter Omtzigt’in NSC’ti böyle bir geleceğin olmaması için Wilders’i yola getirmeye çalışıyor.

Anayasa’nın garanti altına aldığı eşitlik, özgürlükler ve hukuk devleti için pazarlıklar yapılıyor. Wilders bu garantiyi vermezse, Wilders hükûmeti kurulamayacak.

Belki bu gelecek hiç olmaz.

Ümitvar olmak gerek.

Raşit Bal                          —◄◄