Amsterdam olayları hepimizi yeni sorunlarla karşı karşıya getirdi. Olayın başlangıcı Ajax-Maccabi Telaviv müsabakası ile başlıyor. Maç oynanmadan önce Israil’den gelen birkaç bin Maccabi destekçisi şehirde taşkınlık yapıyorlar. Maçtan sonra da bu taşkınlıklarını sürdürüyorlar. Bir taraftan, sokakta pencereye asılmış bir Filistin bayrağını indiriyorlar, bir taksiye zarar veriyorlar ve çok sayıda Filistin/Araplara yönelik rencide edici, aşağılayıcı, faşist ve soykırımı öven sloganlar atıyorlar. Amsterdam polisi hiçbir müdahale yapmıyor. Geriden seyrediyor.
7 Kasım gecesi, maçtan hemen sonra, Amsterdam sokaklarına dağılan Maccabi destekçilerine yönelik saldırı yapılıyor. Saldırıyı yapanlar önce sokaklarda İsrailli arıyorlar. Pasaport soruyorlar, şüphelendikleri kişilere İsrailli olup olmadıklarını soruyorlar. Saldırıyı yapanlar kendi aralarında ‘Yahudi avı’ tabirini kullanıyorlar. İsrailli oldukları anlaşıldığında da o kişiye şiddet uyguluyorlar. Tekme atıyorlar. Bazen de kötü dövüyorlar. Bu kovalamaca ve şiddetlerle ilgili olarak pek çok video görüntüsü var. Polis ve güvenlik güçleri hiç yok ortada. Gece geç saatlere kadar devam ediyor bu İsrailli kovalamacası ve şiddet. Olay bu.
Bu olayların olduğu günün akşamı ben toplantı yapıyordum. ‘Geloven in Samenleven’ (Beraber Yaşama İnanç Vakfı) idaresinin mutat toplantısı vardı. Bu vakfın başkanlığını yapıyorum. Vakıf idaresi Hristiyan, Yahudi ve Müslüman olanlardan oluşuyor. Tabi olaylardan hiç haberimiz olmadı. Toplantımızda bu üç kesimden insanları bir araya getirmek, onların ortak çalışmasını desteklemek, ayrımcılığa, aşırı sağcı güçlere karşı ortak mücadele etmek gibi konuları konuştuk. Her üç kesimden gençleri buluşturmak ve toplumu geren konuları konuşmak için toplantılar düzenliyoruz ancak katılım olmuyor. Her üç kesimden de.
Yahudi olan gençler ‘korkuyoruz’ ve ‘güvende değiliz’ deyip katılmaktan kaçınıyorlar. Müslüman olan gençler ise ‘boşuna, hepsi Siyonist ve onlarla konuşmak Gazze katliamını onaylamak olur’ diyorlar.
Hristiyanlar ise hiçbir görüş belirtmeden katılmıyorlar. Toplantımızda ‘toplumsal kutuplaşmanın en çok dini azınlıklara zarar veriyor, pes edemeyiz’ deyip bu sorunlarla nasıl baş edebileceğimizi tartışıyoruz. Çabamızın odağında, Hollanda’nın dışında ve uzaklarda olan çatışma ve gerilimleri Hollanda’ya ithal etmeme ve beraberliğimizi sürdürme var. Çalışmalarımızda ‘pek de başarılı olmadığımızı’ tespit ediyoruz. Vakfın idaresi oldukça deneyimli ve alanında uzman insanlardan oluşuyor.
Ertesi günü (Cuma günü) bu gerilimle başladık güne. Resmî ağızlardan Amsterdam’da ‘Yahudi avı’, ‘terörizm odaklı saldırı’, ‘antisemitizm’ gibi ağır ifadeler çıktı.
‘Yahudi avı’ nitelemesi, Hitler Almanya’sında 1938’de ki olayları çağrıştırdığından daha da ağır oldu. Bakanlar kurulu uzun sürdü. Başbakan, Maccabi taraftarlarına yönelik saldırının ‘Fas asıllı bir grup genç’ olduğunu açıkladı. ‘Görünen videolar ve atılan sloganlar buna işaret ediyor’ dedi.
İsrail hükûmetinden açıklamalar geldi.
‘Uçak gönderiyoruz’ dediler. İsrail Dış İşler Bakanı Hollanda’ya geldi. Hollanda Adalet Bakanı onu karşıladı ve ‘olaylardan dolayı özür diledi’.
Suçlulara yönelik herhangi bir araştırma yapılmadan şiddetin ‘adresi’ birdenbire Müslümanlar ve Hollanda İslam toplumu oluverdi. Daha sonra Uyumdan Sorumlu Devlet Sekreteri olayı daha da genişleterek ‘bu bir uyum sorunu’ diye açıklama yaptı. ‘Yakında bu sorunu çözmek için bir planla geleceğim’ dedi.
Aşırı sağ Wilders kampı ve VVD olayı ‘terörizm’, ‘Yahudi avı’ ve ‘Yahudi düşmanlığı’ gibi kavramlar bağlamında ele aldılar. Çok keskin bir şekilde.
Wilders ‘bu serserileri hemen yakalayıp yurt dışı edelim’ çağrısında bulundu. Hükûmetten çok sert önlemler almasını istediler. Sol partiler ise, olayın bu aşamada çok taze olduğunu ve önce olan bitenin tam olarak ne olduğunun ortaya çıkartılması gerektiği yönünde oldu. Onlara göre Başbakanın ‘Fas asıllı gençler’ ifadesi erken bir açıklama oldu.
DENK Partisi ve K7 Cami Kuruluşları ise bu olayların asıl nedeninin Maccabi taraftarlarının provokeleri yüzünden olduğunu dile getirdiler.
DENK politik lideri, bir taraftan dikkatleri ‘Maccabi serserilerine’ çekerken diğer taraftan da resmî otoritenin çifte standart uygulamasına vurgu yaptı.
Yeni hafta başladığında olayın gerilimi hiç azalmadı. Çarşamba günü Meclis bütün gün olayları tartıştı. Belli sahneler. Wilders keskin, faşizan ve Müslüman düşmanlığı yaptı.
VVD başkanı Yeşilgöz ondan hiç geri kalmadı. ‘Bu saldırganlara hadlerini bildirmeli, onları terörist olarak görüp yargılamak gerekir’ dediler. Böylece saldırganların, çifte vatandaşlıkları varsa, Hollanda vatandaşlıklarını iptal etmek de mümkün olacaktı.
Başbakan ‘bu öneriyi değerlendireceğiz’ dedi. Sol partiler ise ‘hikmetli davranmalıyız, küçük bir grup, bunların üzerinden bütün Müslümanları ve Faslıları hedef almak ateşe benzinle gitmek olur’ dediler.
Wilders’i, Yesilgoz’ü, van der Plas’ı ve Başbakanı ‘akıllı ve vasat tutuma’ çağırdılar.
Benim gözlemime göre de etkili de de oldular. Hem Wilders ve hem de Başbakan ‘normal, uyumlu, işinde gücünde, topluma katkıda bulunan Müslümanların da olduğunu ve bunları kast etmediklerini’ söylediler.
Özellikle Wilders için bu zor oldu. Günün sonuna doğru Amsterdam saldırıları oldu ‘uyum tartışması’. Hâlbuki bu gençler Hollanda doğumlu ve burada sosyalleşmişler. Dolayısıyla Fas ve Türkiye ile bir ilgileri yok. Hatta bu gençlerin Hollanda cami cemaatleri ile de bir ilgileri yoktur.
Hafta sonu yaklaştığında olay hükûmet krizine dönüştü. Fas asıllı, vergi-çocuk ödeneği davasından sorumlu, devlet sekreterinin istifa etmeye karar verdiği açıklandı. Söylentiye göre Nora Achahbar, istifa sebebini, bakanlar kurulunda yapılan faşist ifadeleri gerekçe gösteriyordu.
Buna göre bakanlardan birisi ‘Yahudi düşmanlığı bunların genlerinde var’ gibi bir ifade kullanıyor. Achahbar da ‘yeter artık, dayanamıyorum’ diyor. Bu haber beni oldukça şaşırttı. Böyle bu hükûmette Fas asıllı bir üyenin olduğunu bilmiyordum. Cuma günü bütün gün bakanlar kurulu toplandı. Dört koalisyon partisinin liderleri geldi. Sürekli hükûmet her an düşebilir haberleri geliyordu.
‘Irkçı ifadeleri’ gerekçe göstererek Achahbar’ın istifası NSC partisinin de bu koalisyonu desteklemesini imkânsız kılıyordu. Beklenti, bu partinin bakanlarının da istifa etmesi yönünde ilerliyordu. Ancak günün sonuna doğru, ‘anlaştık’ dediler. Achahbar istifasını yazılı bir bildiri ile açıkladı. Faşist sözlerden hiç bahsetmiyor.
‘Toplumsal kutuplaşmadan dolayı sorumluluğumu üstlenemiyorum ve üzerime aldığım görevimi iyi yapamıyorum’ dedi.
Hemen sonra başbakan açıklama yaptı ve ‘bakanlar kurulunda faşizme yer yok hiç olmadı da’ dedi.
Yöneltilen bütün soruları ‘bakanlar kurulumuzda faşizm yok hiç olmadı da’ diye tekrar etti. Böyle bir krizden ve koskoca bir gün toplandıktan sonra, Başbakanın bu kısa açıklaması hiç inandırıcı gelmedi.
Çoğu zaman olduğu gibi cemaat ve İslami toplumdan da uzaklaşmış, hatta onları dahi ‘sapık, korkak’ gören ‘radikal’ bir grubun yaptığının faturası yine Müslümanlara, camilere ve İslami okullara çıktı. ‘Bedel’ ödeyen yine onlar olacak. Buna rağmen camilerde, İslami kuruluşlardan şiddeti reddeden, kınayan bir açıklama gelmedi. İslami kesimden yapılan açıklamalar genelde Maccabi taraftarlarının taşkınlıkları hakkında oldu. Şiddet onlar tarafından provoke edildi ve ‘suçlu’ onlar. Bu yaklaşıma göre, Wilders, Yeşilgöz ve Başbakan sorunun bu yönünü sistematik olarak görmek istemiyorlar. Olaya bu şekilde yaklaşan ve kendini ‘Müslümanların tarafında’ konumlandıran sözcüler ve görüş belirtenler belirgin olarak ‘dışlanma’ ve ‘baskı’ ile karşılaştılar. Bunun en iyi örneği Lotfi El Hamidi oldu. Yaptığı katkı ‘makbul’ ve ‘hakim algıyla’ uyuşmadığı için bütün saygınlığını kaybetti.
Olan yine bize oldu. Faslı Müslümanlar toplumsal konumları daha da kırılganlaştı. Cami cemiyetleri ve CMO yine ‘yanlış tepki’ göstermiş oldular. ‘Toplumsal şiddeti’ savundular veya sessiz kaldılar. Ortada ‘kendi çocukları’ olursa ‘adaleti’ bir tarafa bırakıyorlar. Çözüm bağlamında ise ‘uyum hususunda daha katı olmalıyız’dan tutun da ‘İslami okullarını kapatmalıyız’a kadar önerile oldu. Bireysel düzeyde ise Müslümanlara yönelik toplumsal baskı daha da arttı. Dinî sembollerin gösterilmesine bağlı olarak toplumsal dışlanma ve ayrımcılık daha da belirginleşecektir. Müslümanlara karşı önyargıları olan veya antipatisi olan insanların Müslümanları dışlaması, kınaması, yermesi daha da kolay olacaktır.
Buraya nasıl geldik?
Maccabi-Ajax maçından önce ve sonra Maccabi taraftarlarının taşkınlık etmeleri beklenen bir şeydi. Amsterdam Belediye Başkanı ve polis bunu değerlendirmiş ve müdahale etmeme kararı almışlardı. Her zaman olduğu gibi. Diğer maçlarda da benzer taşkınlıklar oluyordu. ‘Faşist’, ‘antisemittik’, ‘şiddeti öven’ sloganlar. Bunlar ‘vandalizm’ ve ‘holigan’ olarak değerlendirilir. ‘Eğlence’ olarak görünür. Güvenlik güçleri bu taşkınlıkları hep ‘seyreder’. Müdahale, daha çok taşkınlığa ve şiddete neden olacağından dolayı olur. Ta ki taşkınlıklar yaygın şiddete dönüşürse o zaman müdahale eder. Pratik hep bu yönde olurken, Maccabi taraftarlarına organize edilen bu gençlerin saldırısı nereden çıkıyor? Niçin bu gençler İsrailli avına çıkıyor, karşılaştıkları kişilere şiddet uyguluyorlar? Bu şiddetin Gazze ile, Gazze da uygulanan soy kırımı ile alakası var mı? Bu gençler ‘nasılsa Gazze’ye gidip savaşa katılamıyoruz, ölen çocuk, kadın ve sivilleri koruyamıyoruz, onları öldüren İsrailliler buraya, ayağımıza gelmişken onları burada cezalandıralım, hadlerini bildirelim mi?’ dediler. Bir çeşit Gazze’nin intikamı.
Bunu tam olarak bilmiyoruz. Ancak böyle düşünen gençler varsa bu tip olayların tekrar etmesi çok olası. Her şeyden önce bu tip şiddet ve saldırganlık aşırı sağ/faşist kesimlerin işine gelir. Toplumsal sadakat, uyum sorunu, İslam’ın şiddet kaynağı gibi standartlaşmış konuları hemen devreye sokarlar. Oklarını çoğunluğa, işinde gücünde olanlara, olaylarla alakası olmayan insanlara yöneltirler. Onların sorunu çoğunlukladır. ‘Sizi, dininizi, kültürünüzü, yaşam tarzınızı sevmiyoruz ve aramızda istemiyoruz’ mesajını verirler. Bu tip olaylar her zaman onların lehine işler ve azınlıklar hep zararlı çıkarlar.
Modern ulus-devlet için ise bu ‘olasılık’ çok ürkütücüdür. Hükûmet ve ilgili kamu otoriteleri bu olasılığı engellemek için çok ileri giderler. Sadece bu tip olaylara neden olanları elimine etmekle kalmaz. Ulus-devlet daha da ileri gider. Bu tip oluşumların ‘yuvalarını’ da imha eder. Bu ‘yuvaların’ cami olması, kilise olması, havra olması, okul olması, cemaat olması hiç önemli değildir. —◄◄