İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa, Yeniden İnşa Sürecine girmiş ve altmışlı yıllarda ekonomik büyümenin bir sonucu olarak yabancı işgücüne ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyacı karşılamak için Almanya başta olmak üzere hemen hemen tüm Avrupa ülkeleri Güney Avrupa ülkelerinden işgücü alımına başlamıştır. Fakat bu ülkelerden gelen işçilerin sınırlı olması ve ihtiyacı karşılamaması üzerine Türkiye ve Fas gibi Akdeniz çevresindeki diğer ülkelerden de işgücü devşirmeye yönelmişlerdir. Türkiye ilk önce Almanya ile işgücü sözleşmesi imzalamış, aradan dört yıl geçtikten sonra Hollanda ile işgücü anlaşması akdedilmiştir. Tam olarak söylemek gerekirse 19 Ağustos 1964 tarihinde zamanın Dışişleri Bakanı Bülent Ecevit Hollanda’ya gelmiş ve Dışişleri Bakanlığı’nda işgücü sözleşmesine taraflar imza atmışlardır. Fakat hemen şunu söylemek gerekir ki, resmî olarak işgücü anlaşması yapılmadan önce Türkiyeli işçiler Hollanda’ya gelmişler ve çalışmaya başlamışlardır. Nitekim Bülent Ecevit ziyareti sırasında Ford fabrikasında çalışan işçilerimizle görüşmeler yapmıştır.

Söz konusu tarihin üzerinden tam 60 yıl geçti ve bu vesileyle Türkiyeliler bu tarihî olayı çeşitli etkinlerle kutladılar. Bu etkinliklerde Hollandalı Türklerin sözcüleri ve ileri gelenleri sadece göç tarihinin önemli olaylarını hatırlamakta kalmadılar, süreç içinde meydana gelen gelişmeleri de tartışarak çeşitli değerlendirmelerde bulundular. Şüphesiz ki bu tartışma ve değerlendirmeler geleceğe yönelik bir yol haritası oluşturmak için çok büyük bir önem arz etmektedir.

Peki, bu süreçte neler oldu? Göç tarihini incelediğimizde, Hollandalı Türkler nereden nereye geldiler?

İlk gözlem olarak göç tarihinin beklentilerin dışında bir gelişim seyri olduğunu söyleyebiliriz. Taraflar göç olayının geçici olduğunu düşünüyor ve bu nedenle gelen işçileri “misafir işçiler” olarak tanımlamışlardı. Ne var ki 60’lı ve 70’li yıllarda geçici göç kalıcı ve yerleşik bir göçmenliğe evrilmiştir. Bunun iki temel nedeni olduğunu söyleyebiliriz. İlk olarak Hollanda’nın yabancı işgücüne duyduğu ihtiyacın yapısal bir ihtiyaç olduğu anlaşılmıştır. İkinci olarak yabancı işçiler, düşündükleri çalışma süresinin uzaması üzerine aile birleşimini başlatmışlar ve böylece kalıcılaşma yönünde bir eğilim baş göstermiştir.

Hollanda ilk defa 1979 yılında geçici olduğu düşünülen yabancı işçilerin kalıcı olduklarını tanımış ve akabinde bir entegrasyon politikası izlemeye başlamıştır. Neredeyse 20 yıla yakın bir geçicilik evresinden sonra, kendilerini toplumdan yalıtlayan işçiler eşleri ve çocuklarıyla Hollanda toplumuna katılmaya başlamışlardır. Aile birleşimi yetmişli yılların sonu ile seksenli yılların başında hızla artmıştır.

Güvenilir kaynaklar 1965 yılında toplam Türkiyeli işçilerin sayısını 7.000 olarak bildirirken, bu sayı işgücü göçünün resmen durdurulduğu 1974 tarihinde 53.600 kişiye kadar ulaşmıştır. 1985 yılına geldiğimizde nüfusumuz neredeyse üçe katlanarak 155.000’e çıkmıştır. Bu dönemde göçmen nüfus önemli oranda sanayi ve hizmet sektörünün ağırlıklı olduğu Hollanda’nın Batı ve büyük kentlerinde ikamet etmektedir. Özellikle Amsterdam, Rotterdam, Den Haag ve Utrecht göçmenlerin ezici çoğunluğunun oturduğu şehirlerdir.

Bu tarihî arka plan ve gelişmeleri bir tarafa bırakırsak Hollanda’daki Türkiyelilerin topluma entegrasyon sürecini iki açıdan inceleyebiliriz. Sosyo-ekonomik entegrasyon bakımından bir değerlendirme yapacak olursak yeni kuşaklar boyunca önemli ilerlemeler kaydetmiştir. İkinci kuşaktan itibaren Türkiyelilerin eğitim düzeyi artmış ve geleneksel sektörlerin dışında çalışmaya başlamışlardır. Doğal olarak bu süreçte gelirleri arttığı gibi harcama ve tüketim kalıpları da değişmiştir. Ancak sosyo-ekonomik entegrasyonun tam olarak sağlandığı iddia edilemez. Çünkü her zaman Hollandalılara kıyasla daha fazla bir işsiz kitle olagelmiştir. Bunun sebeplerini sadece gençlerin tembelliğine ve yükselen beklentilerine bağlamak doğru değildir, aynı zamanda Hollanda toplumu da giderek göçmenler ve çocukları karşısında seçici ve ayrımcı bir tutum sergilemiştir.

Göçmenlerin ve çocuklarının girişimci olduklarını gösteren en önemli olgu, şüphesiz ki etnik girişimcilik olmuştur. Hollanda toplumunun özümseyemediği pek çok Hollandalı Türk kendi işyerlerini kurarak ekonomik alanda bir aktör olmaya başlamıştır. Bu olgu, istihdam başta olmak üzere birçok sorunu da çözen bir mekanizma olmuştur. Kültürel ihtiyaçların karşılanması, aile birleşimi ve oluşumunun mümkün olması ve kalıcılık eğilimlerinin güçlenmesi gibi.

Hollandalı Türklerin en kritik meseleleri, sosyo-kültürel ve siyasal entegrasyon alanında baş göstermiştir. Hollanda hükûmetleri zamanla entegrasyon kavramının anlam alanını genişleterek üstü örtülü bir “asimilasyon politikası” uygulamaya başlamıştır. Anadil ve kültür derslerinin kaldırılması, özörgütlere tanınan bazı imkânların geri çekilmesi ve aidiyet konusunda karşılanması imkânsız beklentileri içine girmesi kadar anti-İslam olaylara hoşgörülü davranması Türkiyelilerin tam bir hayal kırıklığı yaşamasına sebep olmuştur. Giderek azalan hoşgörü ve çokkültürlü yaklaşımlar nedeniyle giderek toplumlar arasındaki stres artmıştır. Bugün bu sorunların çözüldüğü söylenemez.

Bu değerlendirmelerimizde haklı isek, gelecek haritası açısından şunu söyleyebiliriz: Sosyo-kültürel entegrasyon konusunda yeni bir toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç bulunmaktadır. Ama zor bir dönemece girmiş olan Hollanda siyasetinin bu yeni uzlaşmayı sağlama noktasında ne kadar performans göstereceği önemli bir soru olarak önümüzde durmaktadır.

(Yazının Hollandaca metni)   

                     Turkse Immigratie Na 60 Jaar

Na de Tweede Wereldoorlog kwam Europa in het wederopbouwproces terecht en had als gevolg van de economische groei in de jaren zestig buitenlandse arbeidskrachten nodig. Om aan deze behoefte te voldoen zijn bijna alle Europese landen, vooral Duitsland, begonnen met het werven van arbeidskrachten uit Zuid-Europese landen. Omdat de arbeiders uit deze landen echter beperkt waren en niet aan de behoefte voldeden, wendden ze zich tot het werven van arbeidskrachten uit andere landen rond de Middellandse Zee, zoals Turkije en Marokko. Türkiye tekende eerst een arbeidsovereenkomst met Duitsland en vier jaar later een arbeidsovereenkomst met Nederland. Om precies te zijn: op 19 augustus 1964 kwam toenmalig minister van Buitenlandse Zaken Bülent Ecevit naar Nederland en ondertekenden partijen de arbeidsovereenkomst bij het Ministerie van Buitenlandse Zaken. Het moet echter meteen gezegd worden dat Turkse arbeiders naar Nederland kwamen en begonnen te werken voordat de officiële arbeidsovereenkomst werd gesloten. Tijdens zijn bezoek hield Bülent Ecevit trouwens ontmoetingen met onze arbeiders die in de Ford-fabriek werkten.

Er zijn precies 60 jaar verstreken sinds de datum in kwestie, en bij deze gelegenheid vierden de Turken deze historische gebeurtenis met verschillende evenementen. Bij deze evenementen herdachten de woordvoerders en leiders van de Nederlandse Turken niet alleen de belangrijke gebeurtenissen uit de geschiedenis van de migratie, maar bespraken ze ook de ontwikkelingen die plaatsvonden tijdens het proces en maakten ze verschillende evaluaties. Deze discussies en evaluaties zijn ongetwijfeld van groot belang bij het creëren van een routekaart voor de toekomst.

Wat gebeurde er in dit proces? Als we de geschiedenis van de migratie onderzoeken, waar kwamen de Nederlandse Turken dan vandaan?

Als eerste observatie kunnen we zeggen dat de geschiedenis van de migratie zich boven verwachting heeft ontwikkeld. De partijen dachten dat de migratie tijdelijk was en daarom definieerden zij de binnenkomende werknemers als “gastarbeiders”. In de jaren zestig en zeventig evolueerde de tijdelijke migratie echter naar permanente en gevestigde immigratie. We kunnen zeggen dat hiervoor twee belangrijke redenen zijn. In de eerste plaats werd begrepen dat de Nederlandse behoefte aan buitenlandse arbeidskrachten een structurele behoefte was. Ten tweede startten buitenlandse werknemers gezinshereniging omdat ze verwachtten hun werkuren te verlengen, en zo ontstond er een tendens naar permanentie.

Nederland erkende in 1979 voor het eerst dat buitenlandse werknemers, waarvan men dacht dat ze tijdelijk waren, permanent waren en begon vervolgens een integratiebeleid te voeren. Na een tijdelijke fase van bijna twintig jaar begonnen arbeiders die zich van de samenleving hadden geïsoleerd zich met hun echtgenoten en kinderen aan te sluiten bij de Nederlandse samenleving. Gezinshereniging nam eind jaren zeventig, begin jaren tachtig snel toe.

Terwijl betrouwbare bronnen het totale aantal Turkse arbeiders in 1965 op 7.000 meldden, bereikte dit aantal 53.600 in 1974, toen de arbeidsmigratie officieel werd stopgezet. In 1985 was onze bevolking bijna verdrievoudigd tot 155.000. Gedurende deze periode woont de immigrantenbevolking grotendeels in het Westen en de grote steden van Nederland, waar de industrie en de dienstensector dominant zijn. Vooral Amsterdam, Rotterdam, Den Haag en Utrecht zijn de steden waar de overgrote meerderheid van de immigranten woont.

Als we deze historische achtergrond en ontwikkelingen buiten beschouwing laten, kunnen we het sociale integratieproces van Turken in Nederland vanuit twee perspectieven bekijken. Als we een evaluatie maken in termen van sociaal-economische integratie, is er aanzienlijke vooruitgang geboekt ten opzichte van nieuwe generaties. Vanaf de tweede generatie steeg het opleidingsniveau van de Turken en gingen zij buiten de traditionele sectoren werken. Naarmate hun inkomen tijdens dit proces toenam, veranderden uiteraard ook hun uitgaven- en consumptiepatronen. Er kan echter niet worden beweerd dat de sociaal-economische integratie volledig is verwezenlijkt. Omdat er altijd een grotere werkloze bevolking is geweest dan de Nederlanders. Het is niet correct om de redenen hiervoor alleen toe te schrijven aan de luiheid en de stijgende verwachtingen van jongeren, maar ook de Nederlandse samenleving heeft steeds meer een selectieve en discriminerende houding ten opzichte van immigranten en hun kinderen aan de dag gelegd.

Het belangrijkste fenomeen waaruit blijkt dat immigranten en hun kinderen ondernemers worden, is ongetwijfeld etnisch ondernemerschap. Veel Nederlandse Turken, die niet in de Nederlandse samenleving konden worden opgenomen, begonnen acteurs op economisch gebied te worden door hun eigen bedrijven op te richten. Dit fenomeen is een mechanisme geworden dat veel problemen oplost, vooral de werkgelegenheid. Zoals het voorzien in culturele behoeften, het mogelijk maken van gezinshereniging en gezinsvorming, en het versterken van de tendensen naar duurzaamheid.

De meest kritische kwesties van de Nederlandse Turken kwamen naar voren op het gebied van sociaal-culturele en politieke integratie. In de loop van de tijd breidden de Nederlandse regeringen de betekenis van het concept integratie uit en begonnen ze een impliciet assimilatiebeleid te voeren. De afschaffing van het onderwijs in eigen taal- en cultuur, het intrekken van sommige kansen die aan zelforganisaties worden gegeven, de onmogelijke verwachtingen om erbij te horen, evenals de tolerantie voor anti-islamitische gebeurtenissen en de uitsluiting van de politiek hebben ervoor gezorgd dat het Turkse volk een volledige teleurstelling ervaart. De spanning tussen samenlevingen is geleidelijk toegenomen als gevolg van afnemende tolerantie en multiculturele benaderingen. Er kan niet worden gezegd dat deze problemen vandaag zijn opgelost.

Als we gelijk hebben in onze inschattingen, kunnen we dit zeggen in termen van de toekomstkaart: er is behoefte aan een nieuwe sociale consensus over sociaal-culturele integratie. Maar het blijft een belangrijke vraag hoe goed de Nederlandse politiek, die op een moeilijk keerpunt is beland, zal presteren bij het bereiken van dit nieuwe compromis.

 

Kadir CANATAN

 

—◄◄