Almanya’daki Türkiye kökenli toplum ve bilhassa Türkiye’den 60 yıllık “işçi göçü” serüveni münasebetiyle bu alanda araştırmalar yapmış, makaleleri ve kitabı bulunan Prof. Dr. Mustafa Gencer ile göçü konuştuk.

Sayın Gencer, bu yıl Almanya Türkiye arasında yapılan iş gücü anlaşmasının 60’ıncı yılı. Bu alanda çalışmalar, araştırmalar yapmış biri olarak “Göçün 60. Yılı” ifadesi sizde ne çağrıştırıyor, aklınıza ne geliyor?

Benim hayatım da göçle ilintili 50 yaşındayım 20 yaşımdan itibaren bizzat göçmenim, ondan öncesinde de annem ve babam daha önce göç ettiği için 5 yaşımdan beri ben de bir göçmen çocuğuyum. Almanya’da göçün 40.- 50. yıllarını yaşadım. Bununla ilgili çalışmalar yaptım, bir kısmını yayınladım. Yıllar ilerledikçe, buraya daha yerleştiğimiz anlaşılıyor. Şu an dördüncü nesil aramızda. Birinci nesil, ikinci nesilden irtihallerle, diğer göçlerle karşı karşıyayız. Bu zaman içerisinde tabi başarı öyküleri olduğu gibi, Almanya’da yeni bir dünyada yaşayan, yeni bir dünyayı keşfeden, bulan insanlarımız da oldu. Ama aynı zamanda kendini kaybedip, Almanya’nın kendisine yaramadığını gördüğümüz hayat hikâyeleri de oluştu. Belki de 60. yıl; bu bilançoyu yeniden ileriye dönük yapılması gerekenler, geriye dönük ise hatalar olumlu olumsuz, güçlü zayıf yönler değerlendirilebilir.

“İlk neslin çağırılmaları, Alman toplumunun değil, Alman ekonomisinin bir talebiydi.”

60 yıl boyunca yüz binlerce insan Almanya’ya geldi. Bunların bir kısmı dil öğrenme, Alman kültürünü öğrenme konusunda çok çaba sarf etmeden sadece kendi semtlerindeki Türkiye kökenliler arasında hayatını sürdürürken, kimilerinin de aileleri, yaşamı “asimile” bile diyebileceğimiz bir boyutta değişime uğradı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Almanya’ya gelenler eğitim amacıyla gelmediler. İnsanlarımız Almanya’ya işçi olarak geldiler. Ve onların “insan” olduğu sonradan anlaşıldı. Bu işçilerin  önce kendileri sonra da aile fertleri geldi. Bu geliş iş merkezli oldu. Çalışıp kısa sürede para kazanmak, böyle bir hayal için Almanya’ya gelindi. Her şey buna odaklandı. Almanya’da en kötü hayat şartları, ikamet şartları, yaşam şartları sineye çekildi. Ondan sonra daha ağır işler, mümkün mertebe daha çok para kazanılacak şartlarda çalışılmaya razı olundu. Dolayısıyla ilk gelenlerin derdi, Almanca öğrenip, Almanlarla anlaşmak, Almanya’da siyaset yapmak veya Alman kurumlarında çalışmak değildi. Zaten onun için çağırılmamışlardı. Çağırılma amaçları, Alman toplumunun değil, Alman ekonomisinin bir talebiydi. Kaldı ki 55’te İtalyalılar geldi. Türklerin 61’de gelmesi bir anlamda 60 ihtilalin oluşturduğu bu olumsuz şartlar ve Almanya’nın birleşimi, Berlin duvarının inşasından doğan ve iş gücü talebi ile Türkiye ve Almanya’daki bu iki olayın birbirini tetiklemesi suretiyle Almanya’da bir Türk toplumu oluştu. Türkiye’den gelenler kendi gettolarında, kendi cemiyetlerinde, derneklerinde sosyalleştiler. İlerleyen nesiller de Alman kurumlarıyla, Alman eğitimini aldıkça Alman arkadaşlarıyla farklı alanlardaki ilişkilerle sosyalleşti. Kimisi bunu daha da ilerletti. Bugün ne yazık ki Türkçe ismi olan ama Türkçe bilmeyen kişilerle karşı karşıyayız. Ve bu sayı giderek artıyor. Bu anlamda “gönüllü asimilasyon” diyebileceğimiz bir durum ortaya çıkmış. Bunu da gerçekten değerlendirmek lazım.

60 yılı geride bırakırken Türkiye kökenlilerin; aidiyetini, kimliğini, din ve kültürünü koruma mücadelesini ve bunda İslami derneklerin ve sivil toplum kuruluşlarının etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

60 yıl geride kalırken, aidiyet, kimliği koruma anlamında derneklerin, sivil toplum kuruluşlarının (STK) etkisine değinecek olursak. Şunu söyleyebilirim buradaki STK’ları, cemiyetleri, cami kuruluşlarını gelen göçmenler kurdu. Birinci ve ikinci nesil kurdu diğerleri de bunu devam ettiriyorlar. Bunların bir kısmı lokal, sonra eyalet bazında, sonra bölge bazında veya federal bazda daha çok merkezi Köln’de olmak üzere teşkilatlandılar. Daha çok üyelerine “koruma” imkânı sağlamak, helal gıda imkânı sağlamak, dinî pratikleri yaşama imkânı sağlamak, hac, gündelik ve haftalık ibadetlere ortam hazırlamak, ramazanda iftarlar yapmak, birlikte sosyalleşebilmek, bir araya gelmek, dernek üyelerini bir araya getirmek, buluşturmak, bu insanlara bir nevi “sığınaklar” kurmak gibi bir yapılanmaya gidildi. Faaliyet alanı daha çok derneğin içi ve Türkiye odaklı idi. Bu durum Almanya’daki varlık açısında biraz sıkıntılı bir durumdu. Daha yeni yeni Almanya’ya özgü çalışmalar yapılıyor. Zaman ilerledikçe Almanya’da daha kalıcı ve “Almanyalı” dernek faaliyetleri ortaya çıkmaya başladı. Alman toplumu dernek başkanlarına, görev yapanlara kabul ve takdir hissi yaşatmadı. Geçen hafta okuduğum bir dergide bununla ilgili olumsuz hava, göçmenlerin varlıklarının ya da getirdiklerinin çoğunluk toplumu tarafından görülmediği yeterince anlaşılmadığı, göçmenlerin pozitif yanlarının pek görülmediği, hissedilmediği konusu vardı. Almanya bu insanlara ne yazık ki onore etmiyor. Profesör bile olsa, “dün deve çobanıydı bugün profesör oldu” diyor. Bu toplumun göçmenlere önyargılı yaklaşımında kaynaklı bir durum. Hatta yeni seçilen siyahi bir milletvekilinin bir yeni yapılan bir mülakatını okudum: “Ben dışarıda bir yabancıyım, ben bir yabancı olarak görülüyorum.” diyor. Almanya’nın bu konuda kat edeceği çok mesafe var.

“Çok dilli olmanın öteki dile zararı yok.”

Göçmenlik olgusuyla beraber ortaya çıkan konulardan biri de anadili  eğitimi boyutu. 50-60 yıl önce Almanya’ya gelen insanlar nasıl ki Almanca öğrenmek zorunda idi ise bugün bu insanların torunları Türkçeyi yetersiz şekilde biliyor, hatta dile hiç hâkim olmayan çocuklar da var. Bu hususta neler yapılmalı?

Beni arayan insanlardan önemli bir kısmı “Almanca biliyor musunuz, Almanca konuşabilir miyiz?” diye soruyorlar. Almanca biliyorum ama onların Türkçe bilmelerini çok önemsiyorum. Çünkü dil, Türkçe, kültürün son kalesidir. Dili unuttuğunuz takdirde o kültürel bagajla, kültürel mirasla olan ilişkileriniz daha da zayıflıyor, minimuma iniyor. O yüzden Türkçenin öğrenilmesi çok önemli. Bunun için yapılması gereken hep birlikte çalışmak, her ortamda Türkçe konuşmaya çalışmak. Derneklerde, okullarda, tatillerde, sosyal medyada bile çocuklarımızın Türkçe sosyalleşmesini sağlamalıyız. Almancayı okulda zaten öğreniyorlar. Çok dilli olmanın öteki dile zararı yok. Biliyorsunuz “bir dil, bir insan demek.” Ayrıca şunu da söylemek isterim bir insan başka bir ülkenin dilini biliyorsa çok sempatiyle karşılaşıyorsunuz. Bir Alman Türkçede size iki üç tane kelimeyle hitap ettiğinde onlarla bir ünsiyet kuruyorsunuz. Almanlar da öyle, kendi dillerini bilenler saygı duyuyorlar. Bu Arapçada da öyle, bir Arap’la birkaç kelime de konuşsanız size başka şekilde bakıyor, size sempati duyuyor. Aynı zamanda kişinin dünyasını da açıyor. Kaldı ki Türkçe batı dillerinden olmadığı için, Almanca, İngilizce, Fransızca bilmekle bunlara ilaveten Türkçeyi bilmek ayrı bir dünyanın kapılarını açıyor insana. O nedenle Türkçe çok kıymetli. Bunun için her türlü çabayı sağlamak lazım.

Almanya’da yabancıların siyasal katılımına genel manada değinmenizi istesek? Siyasi alanda yabancılar meclisi çalışmaları konusunda ne dersiniz?

Ben kendim siyasal katılım anlamında  yabancılar meclisi  idi adı o zamanlar, daha sonra adı Migrationsrat, Integrationsrat oldu orada görev aldım.  Ancak bu oluşumlar gölge oluşumlar bir temsil söz konusu ama karar alma mekanizmasında değilsiniz. Karar alma mekanizmasını etkilemeniz gerekiyor. Bu kuruluşlarda, kurullar demokratik kurullar kuşkusuz ancak tecrübe kazanıyorsunuz ama o tecrübe yerel, lokal ve federal bazda siyasete ulaşmadığı sürece yabancılar, göç meclisi üzerinden de kuşkusuz bulunduğu şehirde de Alman meslektaşlarınıza, Alman bürokrasisine ulaşsanız da, etkiniz yok. Yasal olarak size verilmiş çok dar çerçevede operasyon yapıyorsunuz bu yeterli değil. 2000’den sonra dördüncü nesile çifte vatandaşlık verilmiş, Alman vatandaşı olmuş kişileri temsil edecek bir yapı değil bu oluşumlar. Alman vatandaşı olanlara seçme ve seçilme hakkı verdikleri için bu göç meclisleri “son kullanma tarihi yaklaşmakta olan bir model” diyebiliriz. Bu anlamda da genel siyasette göçmenlerin varlığın hissetmek gerekiyor. Bunların artması gerekiyor. Malûm yeni parlamentoda 19 milletvekili Türkiye kökenli bunların artması gerekir.

Göçü ve göçle birlikte oluşan konulara değindiğiniz “Bir Ömür Göç”adlı bir kitap yazdınız? Bize kısaca kitabınızdan söz eder misiniz? Neden bu kitabı yazdınız? Geliştirerek devam etmeyi düşünüyor musunuz? Bu bağlamda toplumsal hafızanın oluşması ve kaybolmaması için neler yapılmalı?

“Göç günlüğüm” diyebileceğim derlediğim bir kitap. 1996 yılından beri Almanya’ya gelip yazmaya çizmeye başladığımdan beri bulunduğum bölgedeki gündemi takip amaçlı yazıları bölgesel gazetelerde daha çok dili Türkçe içeriği Almanya gündemi olan makalelerimin derlemesi oldu bu kitap. 60. yıl için 60 makale derlemek istedim. Son 25 yılda göçün hafızasını, bununla ilgili yazdıklarımı derleyen bir kitap oldu. Bazı öğretmen arkadaşlar Türkçe dersinde sınıflarda değerlendirebiliyor çünkü öğrenciler içeriğini biliyorlar. Kelimeler kısa ve yalın Türkçe. Öğrenciler bununla kendilerine bir bağ kurabiliyorlar. Birçok kişinin de “Benim yaşadıklarımı yazmışsın, kendimi buldum bu kitapta” dediklerini biliyorum. Bu anlamda bu önemli.

Yazmayı bilen herkes yazmalı, bilmeyen de hatıralara sahip çıkmalı. Eldekiler yazıya dökülmüyor, dökülmediği için de kalıyor. Sadece yazı değil, görsel olabilir, müzik olabilir, değişik konularda göçle ilgili ne varsa mutlaka kayda geçmeli. Yeter ki belli ölçüde  buna katkı sunulmalı. Tabi yazmak kolay değil. Burada Tükçe öğretmeni emekli arkadaşlarımız var. Hayatlarına kaç tane kitap sığar bir tane değil daha fazla yazmalarını öneriyorum. Buraya geldiklerinde sırlarınızla gitmeyin diyorum. Kolay değil ancak yazmak ile ilgili belki animasyonlar yapmalı.

“Yapılması gereken şey: Herkes kendi bulunduğu ortamda çaba sarf etmeli.”

Almanya’daki Türkiye kökenli toplumun geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Türk toplumu Almanya’da çeşitleniyor. Çocukların okul başarıları artıyor. Örneğin liseyi başarıyla bitiren öğrencilere bu yıl verdiğimiz ödül, geçtiğimiz yıllarda daha az başvuru oluyordu bu yıl 3 erkek 4 kız öğrenci ödülü bizzat gelerek aldılar. Ama aynı zamanda 20 öğrenciye de ödüllerini postaladık. Bunlar yüksek bir notla liseyi bitirdiler. Yeni nesil  daha çok Almanyalı buna rağmen eğitim amaçlı Türkiye’ye gitmek isteyen, Türkiye’den de buraya gelmek isteyen çok oluyor. Yeni bir dünya oluşuyor. Değişik ülkeleri tanıyan nesil oluşuyor. Almanya’daki bu gençler yeni orta sınıfı da oluşturuyorlar. Orta sınıf temsil anlamında çok önemli. Yukarıya doğru siyaset, bürokrasi anlamında da kurumlarda temsil anlamında önemli. Yapılması gereken şey herkes kendi bulunduğu ortamda çaba sarf etmeli. Gençlere çok iyi eğitim almalarını öneriyorum. Çünkü eğitim kişiyi hayatı boyunca takip eder, eşlik eder ve hayatını iyi yaşamasını sağlar. Dünyayı ve hayatı daha iyi anlamasını sağlar. Yapabilecek herkes mastırla bırakmayıp doktora yapsın. Bunları yapamıyorsa bir meslek yapsın. İşe yarasın, işe yaramayan kişi kendisine, kendisine, ailesine, ülkesine problemdir. İşe yarayan herkes kendi çapında çaba sarf etmeli. Bu anlamda herkese başarılar diliyorum. Teşekkür ederim.

İlknur Küçük 23 Ekim 2021 @Camiahaber