Bu sayı için “Gezi notlarınızı yollayın, gazetemizde paylaşalım” çağrımız bazı okurlarımız tarafından kabul gördü. özellikle
Türkiye izlenimlerinizi duymak, bilmek, okumak ve paylaşmak isterdik. Hâlâ da ve her zaman bekleriz. Geçen sayılarda
yazarlarımızdan Ergün Madak’ın “Fas” izlenimlerini paylaşmıştık. bu sayıda da, yazarımız Talha Yıldız’ın Konya gezisini
paylaşıyoruz. Görmüş olanların gezi notlarıyla hatırlalarını yeniden canlandıracağına, gitmeyenler için de faydalı bir
rehber olacağına inanıyoruz. Elbette gitmeden, görmeden anlatılanlar yavan ekmek gibi tatsız olur ancak yine de oraya yolu düşürmek çok önemlidir diye düşünüyoruz. Gezi notlarını keyifle okuyacağınızı ve hayli istifade edeceğinizi düşünüyoruz.

İslam inancına göre Allah mekân ve zamandan münezzeh yegâne Varlık’tır. Allah için mekân ve zaman gibi sınırlamalar düşünülemez. Buna karşılık insan, mekân ve zamanla sınırlı bir varlıktır. İnsanın her şeyi mekân ve zaman içinde idrak ettiğini, ‘Ne zaman?’ ve ‘Nerede?’ sorularını sürekli soruyor olmasından anlayabiliriz.

Bölüm 1

Söze mekândan devam edecek olursak, doğduğumuz ve çocukluğumuzun geçtiği köy, mahalle, şehir ya da ülke, hayatımız boyunca aidiyet ya da özlem duyduğumuz yer olduğunu biliriz. İnsanın mekânla kurduğu bu münasebet türü her birey için geçerlidir. Bunun yanında bireyin belirli bir mekana yüklediği özel anlamı aşan mekanlardan da söz etmek mümkün. Zira bu mekânlar, bazen bir millet, bazen de bir dinin mensupları için özel önem taşır. Bu bağlamda Müslüman şehirlerden bahsedecek olursak, Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Kahire, Şam, Bağdat gibi şehirlerin, Müslümanların tamamı nezdinde önemli şehirler olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Bazı şehirler ise, ilk bakışta bu kadar önemli görülmez. Ancak şehrin içinde sakladığı hazine nedeniyle her insanı etkileyecek güce sahiptir. Kanaatimce Konya şehri bu kategoride yer alır. Nitekim Tanpınar’ın Konya için söylediği gibi, ‘bir başkent daima başkenttir’.

Konya’nın önemiyle ilgili kanaatimin gerekçelerini izah etmeden önce, önemli bir hususa değinmek istiyorum: Bizim gibi modern dünyanın eğitiminden geçmiş insanlar, dünyayı sadece beş duyuyla idrak edebileceğimiz bir alan olarak tasavvur ediyor. Hâlbuki geleneksel düşünceye göre, şehirlerin tıpkı diğer canlılar gibi bir ruhu vardır. Her insan, kendi birikimi, idrak ve manevi seviyesi miktarınca o ruhtan pay alabilir. Bir başka deyişle, görünürde şehrin bir dili yoktur, fakat insan gönlü, beş duyudan bağımsız bir şekilde o şehrin insana vereceği mesajları alabilme yetisine sahiptir.

Peki bu mesajlara nasıl muhatap olabiliriz?

Zannımca bir şehre bir defa değil çok defa ziyaret ederek ve her ziyaretimizde şehrin detaylarına zaman ayırarak şehrin vereceği mesajlara muhatap olabiliriz. Burada saydıklarımı yapabilmek için şehri araba ya da toplu ulaşım ile gezmeyi değil, yürüyerek gezmenin gerekli  olduğunu da belirtmiş olalım.

***

Günümüz Konya’sı, muhafazakâr bir şehir oluşuyla ve Mevlana Müzesinin bu şehirde olmasıyla tanınır. Hatta denilebilir ki, Konya’nın yurt içi ve yurt dışında tanınır olmasının başlıca nedeni Mevlana’dır. Bu nedenle Konya’ya yolu düşmüş biri, mutlaka Mevlana Müzesini ziyaret etmiştir.

Peki Konya’yı daha detaylı görmek isteyen kişi, Konya gezisine nereden başlayabilir?

Konya’daki tarihî cami ve eserlerin şehir merkezinde yer almasından ötürü, geziye şehir merkezinden başlamak mantıklı bir tercih olsa da, benim gezim biraz farklı bir yerden başladı. İşin gerçeği bu bilinçli bir tercih de değildi. Konya’ya hızlı trenle seyahat ettiğim için, kendimi şehir merkezi ile arasında yarım saatlik yürüme mesafesi bulunan tren garında buldum. Havanın sıcak ve şehir merkezine epey uzakta bulunmam nedeniyle, bir an taksi ya da otobüse binmeyi düşünmedim değil. Her ne kadar Konya tren garından şehir merkezi arasındaki güzergahta tarihi eserlerle karşılaşma ihtimali çok düşük olsa da, güzergah üzerinde ihmal edilen bir ziyaret yeri yer almaktadır. O da Sadreddin Konevi Camii ve türbesidir.

Sadreddin Konevi Camii’si bir mahalle içerisinde yer alıyor. Camii oldukça sade ve şirin. Sadreddin Konevi’nin (v. 1274) türbesi, camiiyle birlikte Konevi’nin vefatından sonra inşa edilmiş ve camiinin bahçesinde yer almakta. Sadreddin Konevi ismi, bizim tarihimiz açısından önemli bir isim, ki ismini yıllar önce işitmiş olmama rağmen, benim açımdan fikirleriyle tanışmam çok sonraları gerçekleşti.

Genel manada İslam düşüncesine ilgi duymaya başladığım dönemlerde, İslam düşüncesinin yegâne temsilcilerinin Müslüman filozofları olarak bilinen Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd’den ibaret zannediyordum. Düşünce ile felsefenin, düşünür ile filozofun eş anlamlı olarak görüldüğü bir zamanda, keza yukarıda isimlerini saydığım Müslüman filozofların Avrupa’daki aydınlanma düşüncesini etkilediği, hatta doğurduğu gibi varsayımlar, benim bu kanaate sahip olmamı sağlamıştı. Daha sonra Mahmud Erol Kılıç’ın popüler-akademik ve İbrahim Kalın’ın akademik kitaplarıyla tanışmam sonucunda, tasavvuf büyüklerinin Allah’a, hayata, evrene ve ahlâka ilişkin tartışma ve sorulara derin ve  doyurucu cevaplar verdiklerini öğrenmiş oldum. Bunun neticesinde sadece tasavvufa bakışım değişmedi, dahası tasavvufun bir düşünce sistemi olarak ele alınması durumunda bile, İslam Felsefesi ve Kelam gibi ilim dallarından hiç de aşağı kalır bir tarafının olmadığına kani oldum.

Söz tasavvuftan açılmışken, günümüzde tasavvufa dair iki farklı algıya değinmek yerinde olur. Birincisi, tasavvufun dinî kuralları uygulamakta zorlananlar tarafından ‘kalbim temiz’ bahanesiyle istismar ediliyor olmasıdır. İkincisi, tasavvufun tarih boyunca bir takım başıboş, ilimden nasibi olmamış, akıl yerine duygularıyla hareket eden kimselerin meşgul olduğu bir alan olduğuna dair algıdır. Tam da bu noktada Sadreddin Konevi’nın hayatı, bu algıların temelden yoksun olduğunu gösterir. En başta Sadreddin Konevi’nin babası olan Mecdüddin İshak b. Muhammed, Sultan Alaeddin Keykubad gibi kudretli bir Selçuklu sultanı ile Giyaseddin Keyhüsrev ve İzzeddin Keykavus’a hocalık yapan ve idari işlerde yardımcı olmuş etkili bir devlet adamıdır. Tarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre, Sadreddin Konevi çocuk yaşlarından itibaren farklı ilimleri tahsil etmiştir. Dolayısıyla Konevi, dönemin ileri gelenlerinden birisidir.

Sadreddin Konevi’nin asıl mahareti, tasavvufu tıpkı felsefe ve kelam gibi bir ilim olarak düzenlemesiyle ortaya çıkmıştır. Bir başka ifadeyle, duygusal tarafı ağır bastığı görülen Yunus Emre’nin şiir ve bestelenmiş ilahilerin, tasavvuf menkıbelerinin, tarikatlar zikirlerinin teorik zemini, Sadreddin Konevi tarafından ifade edilmiştir. Konevi’nin bu özelliği nedeniyle, kendisinin İbnü’l-Arabi ile birlikte nazari (teorik) tasavvufun zirvesi olduğu kabul edilmiştir. Dahası, Osmanlı’nın İznik’te kurmuş olduğu ilk medresenin müderrisi olan Davud-i Kayseri (v. 1350), Konevi’nin bir takipçisi idi. Benzer durum, daha sonraki dönemin alim ve müderrisleri olan Molla Fenari (v. 1431), Hızır Bey (v. 1458), Hocazade (v. 1488) için de geçerlidir. Bu nedenle bazı araştırmacılar, Konevi’nin Osmanlı ilim hayatında önemli bir yere sahip olduğu kanaatindedirler.

Elbette başta Sadreddin Konevi olmak üzere, diğer tasavvuf büyüklerinin eserleri akademik çalışmaya konu edilebilir. Hatta edilmelidir de. Zira her insan sahip olduğu meşrebi sebebiyle farklı şekillerde güzelliklerle tanışabilir. Bu kimisi için sohbet ve şiir olabilirken, kimisi için de – benim için olduğu gibi – akademik bir çalışma olabilir. Ne var ki, tasavvufu hakkıyla öğrenmek ve yaşamak için akademik çalışmaların ve ortalama okuyucu için yazılmış kitapları okumanın yetersiz olduğu gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Bu hususu Mevlana Müzesine ilgili bölümde izah etmeye çalışacağım.  ***

Yukarıda günümüzde Konya’nın muhafazakâr bir şehir olmasıyla ve Mevlana Müzesinin bu şehirde yer almasıyla tanındığını söylemiştim. Sadreddin Konevi Camii’sinden sonraki ziyaret durağım olan ve şehir merkezinde yer alan Karatay Medresesinin (günümüz adıyla Karatay Çini Eserler Müzesi) dış cephesini süsleyen zarif taçkapısı, bu şehrin tarihte büyük bir medeniyete ev sahipliği yaptığının bariz bir göstergesi.

Sadece bu eser bile, zannımca Konya’yı muhafazakarlık ve Mevlana Müzesiyle sınırlandırmanın doğru olmadığını gösteriyor. Zira Konya, Malazgirt zaferinden iki yıl sonra 1073 yılında Selçuklu topraklarına dahil edilmiş, İznik’in 1097 yılında Haçlılar karşısında düşmesinden sonra Anadolu Selçuklu Devleti’nin başşehri olmuştur. Akabinde I. Mesud (1116-1155) ve II. Kılıç Arslan (1155-1192) dönemlerinde Konya’nın şehirleşme gelişimi sürmüş, Alaeddin Keykubad (1220-1237) döneminde Konya ve Anadolu Selçuklu Devleti altın çağını yaşamıştır. İlginç olan şu ki, aşağıda üzerinde duracağımız eserlerin inşa edildiği dönem, kısa istisnalar dışında siyasal anlamda istikrarsız bir dönemdi. Çünkü Anadolu Selçuklu Devleti, uzun zaman boyunca önce Haçlı seferleriyle, daha sonra gerek iç çekişmeler gerekse Moğol istilasıyla cebelleşmiştir. Buna rağmen iki asır kadar kısa bir sürede, birçok eserin inşa edilmesi manidar olsa gerek. Belki de bu yönüyle Konya, Türklerin Anadolu’da kalıcı olma iradesini gösterdikleri şehir olarak da görebiliriz.

İsterseniz biz Karatay Medresesine geri dönelim.

1251 yılında inşa edilmiş olan Karatay Medresesi, ismini bu eseri inşa ettiren dönemin kudretli devlet adamlarından olan Celaleddin Karatay’den almıştır. O dönemdeki yaygın uygulamaya göre, sultanlar, devlet adamları ve zenginler, vakıflar üzerinden toplumun tamamına hizmet edecek medrese, hamam, camii, dergah ve aşevi gibi eserlerin inşa edilmesine sağlarlardı. Bugün bu anlayıştan çok uzak olduğumuzu söylemek yanlış olmasa gerek.

Karatay Medresesinin oldukça sade ve ferah bir havası var. Medresenin avlusunda bir havuz yer almakta. Geçmişte havuzun su sesinin ilim tahsil eden talebelere nasıl bir etki bıraktığını insan çok merak ediyor. Avlunun sağında ve solunda talebe odaları olduğu anlaşılan çeşitli odalar dikkat çekiyor. Medreseye asıl zarafeti veren özellik ise, duvarlarda ve tavanda yer alan çini süslemelerdir. Sanki bu süslemeler şu mesajı veriyor: mesele bina yapmak değil, haddizatında sadece eğitim bile değil. Aslolan, her işi güzellik ile yapmaktır. Çünkü Efendimizin (sav) buyurduğu gibi, ‘Allah güzeldir, güzeli sever’. Aslında buna benzer tarihi eserlerin sahip olduğu güzellikten, o eserleri inşa edenlerin yüksek bir güzellik anlayışına sahip olduğunu anlıyoruz. Yunus’un ‘dış yüzüne o sızar, içinde ne var ise’ sözünü bu bağlamda tefekkür etmek gerekir. Nitekim günümüzde imkanlar daha elverişli olmasına rağmen, ecdadın inşa ettiği eserlerdeki zarafet ve inceliğini yakalamaktan çok uzaktayız. Buna anlamak için günümüzde inşa edilen mimari eserlere bakmak yeterlidir.

 

***

Karatay Medresesinden sonraki durağım, medresenin yakınlarında yer alan Alaeddin tepesi olmuştur. Günümüzde çay bahçeleriyle tanınan bu tepede, daha önce Selçuklu sarayının yer aldığını tarihi kaynaklardan öğreniyoruz. Günümüzde bu saray maalesef ayakta değil. Konya ova şehri olduğu için, Konya’ya hükmedenler şehrin içinde bir tepenin olmasını zorunlu görmüşler. Dolayısıyla bu tepe sonradan siyasi ve idari saiklerle oluşturulmuş. Tepede yer alan en dikkat çekici tarihi yapı, Alaeddin Camii ve camiinin bahçesinde yer alan mezarlar ile sultan türbeleridir. Alaeddin Camii, Ulu Camii olarak inşa edilmiş; yani bu camii, başkentin ve dolayısıyla devletin merkez camisi. Karatay Medresesinde olduğu gibi, ziyaretçi, camiinin giriş kısmında bir taçkapı tarafından karşılanıyor. Caminin iç kısmı oldukça sade. Ancak  camiinin mihrab ve minberi muazzam. Caminin bahçesine çıktığınızda, çeşitli mezarlarla karşılaşıyorsunuz. Bu mezarlar içerisindeki en önemli türbe ise, sultanlar türbesidir. Burada sekiz farklı Anadolu Selçuklu sultanının türbeleri yer almakta. Dolayısıyla bu tepede geçmişte yer alan sarayı, camiyi ve türbeleri yan yana koyduğunuz zaman, bu bölgenin devletin merkezi olduğunu hemen fark ediyorsunuz. Kanaatimce Alaeddin tepesine bu açıdan bakmak gerekir.

Az önce Alaeddin Camii’nin giriş kısmında görkemli taçkapının yer aldığını, fakat caminin içinin sade ve mihrabının muazzam olduğunu söylemiştim. Dolayısıyla camiyi ziyaret eden kişi, öncelikle görkemli bir taçkapı tarafından karşılanır. Ayağını camiye bastığı andan itibaren sadelik olduğunu görür. Sonrasında ise kıble yönünde yine görkemli bir mihrabın olduğunu görür. Dolayısıyla burada taçkapı ve mihrab arasında bir bağın var olduğu dikkat çeker.  Mahmud Erol Kılıç, günümüzde sıkça görülen mimari eserinin her tarafının süslenmesinin, bir anlam kaymasına yol açtığını savunur. Bu nedenle sanat eseri bir şeye işaret etmekten ziyade kendisine işaret eder hale gelmiştir. Oysa sade bir binanın girişinde yer alan süslenmiş bir taçkapı, dışarıda olanı içeri çağırmak gibi bir mesajı verir. …

Bölğm 2

Selçuklu eserlerinde görülen bu özelliği tasavvufla irtibatlandıran Mahmud Erol Kılıç, mimari eserlerdeki bu özelliğin, dış formun değil, bilakis içeride olanın esas olduğunu dair tasavvufi bakış açısının bir yansıması olarak görülmesi gerektiğini savunur. Zira dış yapı, sadece içi korumak için vardır. Ancak içeri giren huzura ve bilgiye erişir. Öyleyse taçkapı, dışarıda olanın içeriyi merak etmesi ve sonrasında içeriye girmesini sağlar. Bu bağlamda yazarımıza göre sade bir camide yer alan mihrab, âdeta ikinci bir taçkapıdır. Mihrab tıpkı taçkapı gibi görkemlidir. Caminin imamı namazları buradan yönetir. Çünkü mihrab, ibadetin yöneldiği yerin adıdır. Dolayısıyla taçkapı girişi sembolize eder, mihrabı ise gaye ve hedefe işaret eder.

***

Alaeddin Tepesi’nden Batı yakasına doğru indiğinizde, İnce Minareli Medrese (günümüz adıyla Taş ve Ahşap Eserler Müzesi) ile karşılaşırsınız. Konya’nın gözde eserlerinden biri olan İnce Minareli Medrese, 1264 yılında hadis ilmi öğretilmesi amacıyla Vezir Sahib Ata Fahreddin Ali tarafından inşa ettirilmiş.

Medrese tadilat nedeniyle kapalı olduğu için, maalesef ziyarete kapalı. Ancak daha önceki ziyaretimden hatırladığım kadarıyla, bu medrese tıpkı Karatay Medresesi gibi ortasında bir avlu ve sağlı sollu odalardan oluşmakta. Medresenin ziyarete kapalı olması, dışarıda taçkapısının önünde vakit geçirmeye mani değil. Karatay Medresenin taçkapısıdan farklı olarak, bu taçkapıda yoğun bir süsleme yer alır. Bir taraftan taçkapıda yer alan çiçek süslemeleri, diğer taraftan Fetih ile Yasin surelerinin bazı ayetleri taçkapıya ayrı bir güzellik katıyor. Yukarıda söylediğimiz gibi, İnce Minareli Medresesinin taçkapısı dışarıda olanları içeriye davet ediyor olsa da, en azından şimdilik bu davete icabet edemiyoruz.

***

İnce Minareli Medrese, günümüzde araba ve tramvay yolunun hemen yanında yer almakta. Yol boyunca yer alan dükkânlar ve sokakta yürüyen insanlarla birlikte, burası oldukça yoğun bir yer. Her ne kadar burası Mevlânâ Müzesine çok yakın olsa da, ben Konya’nın diğer tarihî eserlerini ziyaret etmek istediğim için, farklı bir güzergâh takip etmeye karar verdim. Bir sonraki durağım olan Sahib Ata Vakıf Müzesine yürüyerek gittiğim için, yol üzerinde birçok güzel eserle karşılaşma şansına sahip oldum. Bu bağlamda Atatürk Müzesi, Konya’daki ilk Selçuklu camisi olduğu tahmin edilen Hoca Hasan Camii, Konya Lisesi, Amber Reis Camii, Etnoğrafya Müzesini sayabilirim. Bu listede yer alan Etnografya Müzesi, çok uygun bir binada yer almasa da ziyaret etmeye değer zannımca. Müzede sergilenen Konya çevresine ait Türk el sanatları, elbiseler, ev ve mutfak eşyaları, bir dönem Konya’da günlük hayatta kullanılan eşyalara ve yaşam tarzına ışık tutuyor. Sahib Ata Vakıf Müzesinin hemen yanında yer alan Arkeloji Müzesinin binasının da pek uygun olduğu söylenemez.

Bu müzede Konya ve çevresinde bulmuş olan ve farklı devirlere ait tarihî eserler sergilenmekte. Müze bu yönüyle Konya’nın Selçuklu öncesi dönemine ışık tutmaktadır. Müzenin gerek bahçesinde gerekse içinde sergilenen ve Roma devrine ait olan lahitlerin görmeye değer olduğunu bu vesileyle belirtmek isterim.

***

Sahib Ata Külliyesi ya da günümüz adıyla Sahib Ata Vakıf Müzesinin adının başında yer alan ismi, yukarıda İnce Minareli Medreseyi yaptıran vezir olarak anmıştık. Arkeloji müzesinin hemen yanında yer alan ve cami, hamam, hankah ve türbeden oluşan külliye, aynı devlet adamı tarafından 1277 yılında yaptırılmış. Tarihî kaynaklardan öğrendiğimizde göre aynı vezir, Konya’nın dışında Kayseri, Sivas ve Akşehir şehirlerinde on sekiz mimari eser inşa edilmesini sağlamış. Burada zikrettiğimiz külliyenin dönemine göre özgün bir yapı olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü Osmanlı öncesi dönemde inşa edilen külliye sayısının fazla olmadığını biliyoruz. Külliye inşası, Osmanlı döneminde belirli bir olgunluğa kavuşmuştur. Bu yönüyle Sahib Ata Külliyesi, Osmanlı külliyelerine ilham kaynağı teşkil etmiş olabilir.

Sahib Ata Külliyesi, daha önce zikrettiğimiz eserlerden farklı olarak iki ayrı taçkapıya sahip.

Bu taçkapılardan birisinden caminin bahçesine, diğerinden hankaha girebilmek mümkün. Maalesef cami geçmişte yandığı için, caminin mihrabı dışındaki kısmı özgün değil. Külliyenin hankah kısmının bir odasında Sahib Ata aile türbesi yer almakta. Burada başta Vezir Sahib Ata olmak üzere, vezirin diğer aile fertleri medfun. Yukarıda Karatay Medresesinin odalarının birinde, medreseyi yaptıran Celaleddin Karatay’ın mezarının olduğunu söylemiştik. Medrese, cami ya da bir dergahın içinde ya da yakınlarında defnedilmiş olmak, bir ayrıcalık olsa gerek. Bir de toplumun tamamının faydasına hizmet edilen bu mekânların ortaya çıkmasını sağlayan kişi olarak o mekânların birinde defnedilmiş olmak, daha büyük bir nimet olsa gerek. Kanaatimce bu durumu “biz toplumun efendisi değil, hizmetkârıyız” mesajı olarak değerlendirebiliriz.

Sahib Ata Külliyesi, şehir merkezinin az dışında yer alıyor. Dolayısıyla şehir merkezine geri dönmek için o yöne doğru hareket ediyorum. Az ileride yine güzel bir taçkapıyla karşılaşıyorum. Daha önce de dediğimiz gibi, taçkapı gerçekten insanda bir merak uyandırıyor. Daha önceki Konya ziyaretlerimden birinde kapalı olan bu mekânın, 1243 yılında inşa edilen Sırçalı Medrese olduğunu öğreniyorum.

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Hanefi fıkhı ve tefsir okutulan bu medresenin diğer Konya medreselerinden farklı olarak avlusunun üstü açık. Karatay Medresesi kadar görkemli olmasa da, duvarlarda çeşitli süslemeler yer alıyor. Maalesef geçmişte medrese iyi bir bakım görmediği için, süslemelerin çoğu dökülmüş. Keza talebe odaları on sekizinci yüzyılda harap olmaya başladığı için, on dokuzuncu yüzyılda bu odalar tamamen yıktırılarak yerine kerpiç odalar yaptırılmış. Eser dikkatle incelediğinde, eserin bölümleri arasında bir farklılığın olduğu belli oluyor.

Şimdiye kadar görmüş olduğumuz Karatay, İnce Minareli ve Sırçalı medreselerinden sonra, şu soruyu sormak yerinde olacaktır:

Konya içerisinde niçin bu kadar farklı medreseleri görmekteyiz?

İslamiyet’in okuma ve yazmanın yaygın olmadığı bir ortamda doğduğunu biliyoruz. Ancak Efendimiz (sav) baskı ve zorbalığın hükûm sürdüğü Mekke döneminde bile, gerek kendi evinde gerekse Darü’l-Erkam’da eğitim faaliyetleri yürütmüş, Medine’de bu faaliyetler Mescid-i Nebevi’de devam etmiştir. Daha sonraki asırlarda eğitim faaliyetleri camilerdeki özel ders halkalarında, âlimlerin evlerinde ve devlet adamlarının konakları gibi farklı yerlerde verilmeye devam edilmiştir.

Dikkat edilirse burada kurumsal yapılardan söz etmek mümkün değil. İslam tarihinde ilk resmî eğitim kurumu örneği, Büyük Selçukluların meşhur vezirlerinden Nizamülmülk’ün öncülüğünde 1067 yılında Bağdat’ta kurulan Nizamiyye Medresesi’dir. Eğitimin kurumsallaşmasının çeşitli faydaları olmuştur. Bu bağlamda başta öğrenciler için yeme-içme ve barınma imkânlarının sağlanmasını, eğitimin maaşlı sabit hocalar tarafından verilmesini ve ilim adamı, kadı, din görevlisi ve bürokratların medreseden yetişmiş olmasını örnek olarak verebiliriz.

Osmanlı Devleti, Selçuklulardan aldığı bu mirası geliştirerek devam ettirmiş ve Osmanlı döneminde medrese asırlar boyunca eğitim kurumu olarak varlığını sürdürmüştür.

Bu bilgiler ışığında gerek Karatay Medresesi’nin gerekse İnce Minareli Medrese ve Sırçalı Medresesi’nin geçmişteki işlevi ve önemi anlaşılır olmaktadır.

Bölüm 3

İslamiyet’in okuma ve yazmanın yaygın olmadığı bir ortamda doğduğunu biliyoruz. Ancak Efendimiz (sav) baskı ve zorbalığın hüküm sürdüğü Mekke döneminde bile, gerek kendi evinde gerekse Darü’l-Erkam’da eğitim faaliyetleri yürütmüş, Medine’de bu faaliyetler Mescid-i Nebevi’de devam etmiştir.

  Bir Başkent Daima Başkenttir: “Konya” (3)  

Sırçalı Medresesinden yeniden şehir merkezine yöneldiğimde, yol boyunca Konya Meram İlçesi Milli Eğitim Müdürlüğü binası, Kadı Mürsel Camii ve İtalyan Kilisesi gibi farklı eserlerle karşılaşıyorum. Bu yolun sonunda kendimi yeniden Alaeddin tepesinin yamaçlarında buluyorum. Bu noktadan itibaren Mevlana Türbesine iki ayrı yoldan ulaşmak mümkün. Bunlardan birincisi Mevlana caddesinden müzeye ulaşmak, ikincisi ise tarihî bedestenin içinden müzeye ulaşmak. Benim tercihim Mevlânâ caddesinden yana. Bunun da başlıca sebebi bu caddenin sağında ve solunda farklı tarihi binalarından bulunmasından dolayıdır. Bu yönüyle bu cadde, tarihi şehir merkezleri korunmaya alınmış bazı Avrupa şehirlerinden çokta farklı değil.

İkinci güzergâhı tercih edenler, ki bu da çok güzel bir güzergahtır, tarihi bedesten içinde dolaşmayı ve dükkânlar arasında kalmış ve aynı zamanda Konyalılar için manevî değere sahip olan Kapu Camii’ni ziyaret etme imkânına sahiptir. Bu bölgede bulunan bir diğer önemli camii ise, bir barok mimari eseri olan ve İstanbul’daki Ortaköy Camii ile Pertevniyal Valide Sultan Camisine benzeyen Aziziye Camisidir. Bu bölgede bulunan önemli üçüncü cami, Mevlânâ Müzesinin hemen yanında bulunan ve tipik bir Osmanlı mimarisine sahip olan Sultan Selim Camisidir. Mimari yapıları farklı olsa da, bu üç cami arasında bir uyum var gibi geliyor bana. Bu tespitim yanlış olsa bile, saymış olduğum camilerin her biri Konya’ya ayrı bir güzellik kattığını söylemek mümkün.

İsterseniz biz konumuza birinci güzergah olan Mevlânâ caddesinden devam edelim.

Bu caddede karşınıza çıkacak olan ilk önemli nokta, Mevlânâ ve Şems’in dillere destan olmuş buluşma yeridir. Keza bu cadde üzerinde Selçuklu eseri olan İplikçi Camii, caddenin az sol tarafında bulunan Osmanlı eseri olan Şerafeddin Camii, Hz. Şems’e ait bir makam türbesi bulunan Şems Camii, günümüzde belediye tarafından kullanılan Konya Sanayi Mektebi, tarihî PTT binası ve Konya Valiliği binası gibi güzel binalara rastlamak mümkün. Caddenin sağ tarafında yer alan bedesten ve bedestenin içindeki camilerle birlikte bu bölgede tarih -en azından eserlerin ayakta durmasıyla birlikte- günlük yaşam içinde yaşamaya devam ediyor.

Nihayet caddenin sonunda, bu yazının başında belirttiğimiz gibi, Konya’nın sembolü olan MevlânâMüzesi’yle karşılaşıyoruz. Buraya kadar olan bölümde, sürekli Mevlânâ Müzesi’nden bahsettiğimi fark etmişsinizdir. Bu eserin tarihini göz önünde bulunduracak olursak, bu ismin oldukça yeni olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde turistik/kültürel bir işlevi olan bu külliye, asırlar boyunca Mevlevî tarikatinin asitanesi (merkezi) idi. Tekkelerin 1925 yılında kapatılmasından sonra bu bina 1926 yılında müzeye dönüştürülmüştür. Kimi tekkelerin yıktırılması ya da harabeye dönüşmesinden farklı olarak Mevlevî Asitanesinin devlet eliyle müze olarak ayakta tutulması, o dönemde bu külliyeye kültürel/turistik bir işlev yüklendiği söylenebilir. Her ne kadar devlet tarafından bu külliyeye böyle bir anlam yüklenmiş olsa da, külliye içinde yer alan Hz. Mevlânâ’nın (v. 1273) türbesinin inanç saikiyle insanlar tarafından ziyaret edildiği gerçeğini de göz ardı edemeyiz.

İsterseniz şimdi yukarıda eksik bıraktığımız bir konuyu açmaya çalışalım…

Hatırlatmak gerekirse, yukarıda Sadreddin Konevi’ne ilişkin bölümde, tasavvufu hakkıyla öğrenmek ve yaşamak için akademik çalışmaların ve ortalama okuyucu için yazılmış kitapların yetersiz olduğunu belirtmiştim. İslam tarihinin yetiştirmiş olduğu en büyük âlimlerden birisi olan Gazzâlî (v. 1111), bunun gerekçesini oldukça basit anlatır.

 

Gazzâlî, özellikle modern dönemlerde tartışmalara konu olmuş olan Dalaletten Kurtuluş (El Munkizü min-ed Dalal) adlı kitabında, yaşadığı çağda kelamcıların, batınilerin, felsefecilerin ve mutasavvıfların hakikat iddiasında olduğu tespitinde bulunur, akabinde bu dört grubun bu iddiasını tetkik eder. Kelamcıları, batınileri ve felsefecileri sırasıyla tenkit eden Gazzâlî, hakikatin bu gruplar tarafından sahiplenmesini ilmi açıdan tutarlı bulmadığını gerekçeleriyle izah eder.

Konu tasavvufa geldiğinde Gazzâlî, tasavvufun ilim-amel birlikteliğinden oluştuğunu ve tasavvufun amacının  kalbi tamamen masivadan (Yaradandan gayri her şey) temizlemek olduğunu; yani nefis terbiyesini olduğunu kitaplardan öğrendiğini söyler.

Akabinde Gazzâlî, günümüzde tasavvufu doğru anlamak isteyenler için önemli bir tespitte bulunur. O da tasavvufun amacının, ancak ve ancak uygulayarak gerçekleştirilebilecek olmasıdır. Bu bağlamda Gazzâlî, sağlıklı ve doygun olma hissini kitaptan öğrenmek ile bizzat bunu yaşamanın arasındaki farkı örnek olarak verir. Gazzâlî, tasavvufla ilgili teorik bilgileri öğrendikten sonra kendisi için tek bir şeyin kaldığını itiraf eder. O da “tasavvufu yaşamak!” Bunun neticesinde sahip olduğu makam ve mevkileri bir anda bırakıp Bağdat’ı terk eden Gazzâlî, 10 yıl boyunca tasavvuf yolunda derinleştiğini ve inziva dönemlerinde dilin tarif etmeye yetersiz kalacağı tecrübeler yaşadığını söyler.

Şimdi, Gazzâlî’nin bahsetmiş olduğu tasavvufun nefis terbiyesi metodu, asırlar boyunca dergahlarda verilmekteydi. Günümüzde Mevlânâ Müzesi olarak kullanılan binanın Mevlevî tarikatının merkezi olduğunu belirtmiştik. Asırlar boyunca bu yola girmek isteyen kişinin yaptığı şey aslında çok basitti. O da nefis terbiyesi yolundan geçmiş birinin elini tutmaktan ibaretti. Bu durum istisnasız bütün tarikatlar için geçerliydi. Türkiye özelinde konuşacak olursak, dergahların 1925 yılında kapatıldığı herkesin malumu. Ancak kimi tarikat faaliyetlerinin gayriresmî olarak devam ettiği de herkesin malumu. Dolayısıyla bu yola meraklı olanların ne yapması gerektiği bellidir.

***

Yukarıda Konya’nın, Türklerin Anadolu’da kalıcı olma iradesini gösterdikleri şehir olarak görülebileceğini söylemiştim. Gezi esnasında karşılaştığımız eserler, bu tespiti doğrular nitelikte. Çünkü bir şehir ya da ülkede kalıcı olmak, sadece kılıç ve güçle sağlanmaz.

İnsanlığın tarihî tecrübesi, bir yerde kalıcı olmanın yolunun ilim, hikmet ve sanattan geçtiğini gösterir. Konya’da hala ayakta duran tarihi eserleri, ilim, hikmet ve sanata verilen önemin somut yansıması olarak görmekteyim. İlim, hikmet ve sanatın doğurduğu bir diğer önemli sonuç ise kültürdür. Kültür farklı asırlar arasında yaşamış insanlar arasında bağı koruyan ve toplumun birlikteliğini ve devamlılığını sağlayan, keza farklı devletler çatısı altında yaşayan insanlar arasında ünsiyeti sağlayan bir güçtür. Yakın zamanda yapmış olduğum Saraybosna seyahati, bu yazının konusu olan Konya seyahati ve bunların yanında geçmiş yıllardaki İstanbul ile Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde yaptığım seyahatler neticesinde, bu şehirleri birbirine bağlayan bir bağın var olduğu kanısına vardım. Zannımca bu durum, Yahya Kemal’in (v. 1958) Anadolu coğrafyasında yaşayan Türklerin kökeninin Orta Asya’ya dayanıyor olmasına rağmen, Malazgirt’ten itibaren Türklerin gerek Anadolu’da gerekse Rumeli’de kendine has bir din, sanat ve kültür anlayışı gerçekleştirdiği yönündeki tespitini doğrulamakta.

 

Burada anlatılan anlayış, günümüz etnik milliyetçilik düşüncesiyle anlaşılacak bir konu değildir. Nitekim günümüz Konya’sının sembolü olan Hz. Mevlânâ, günümüz Afganistan toprakları içinde yer alan Belh şehrinden Anadolu’ya göç etmiştir. Keza Hazret eserlerini Türkçe değil, dönemin idari ve entelektüel dili olan Farsça’yla yazmıştır. Bununla beraber gene yazıda adı geçen Sadreddin Konevi Malatya doğumludur, fakat en önemli hocası olan İbnü’l-Arabi, Endülüs’ten Anadolu’ya gelmiştir. Öte yandan günümüzde isimleri sadece uzmanları tarafından bilinen Siraceddin Urmevi (v. 1283) İran’da doğmuştur ve Konya’da 25 yıl kadılık yapmıştır. Urmevi aynı zamanda önemli bir fıkıhçı, kelamcı ve mantıkçıdır. Gene Konya’da o dönemde yaşamış olan astronom, tabip ve matematikçi olan Kutbüddin Şirazi (v. 1311), İran’dan Anadolu’ya gelmiştir. Kaynaklardan öğrendiğimize göre bu isimler kendi aralarında iletişim hâlindeydi ve sonraki dönemde bu değerlerin Konya kökenli talebeleri, hocalarının düşüncelerini sistematize hâline getirmişlerdir. Burada sayılan isimlerin uzmanlık alanlarına bakıldığında, her birinin hayatın belirli alanlarına temas ettikleri görülür. Bu alanların hepsini bir araya getirdiğimizde bütün ortaya çıkar. O bütünden de medeniyet meydana gelir. Bugün bu anlayıştan çok ama çok uzakta olduğumuzu söylesek mübalağa olmaz sanırım…

Talha Yıldız                      (Bitti)            —◄◄