
Dünyanın nereye doğru gittiğiyle, canlıların ve özellikle de insan türünün geleceğiyle ilgili düşünceler bilim dünyasının son yıllarda üzerinde en çok durduğu konuların başında geliyor.
Sahi, nereye gidiyoruz? Bu yolculuk nereye? İnsanlığı nasıl bir gelecek bekliyor?
Bu kısa yazı işte bu basit ama çetrefilli sorulara yanıt arıyor.
Büyük Patlama’dan (Big Bang) günümüze 13,5 milyar yıl geçmiş, gezegenimizin yaşı 4,5 milyar ve bunun üzerinde insanın 2 milyon yıllık bir geçmişi olduğu ileri sürülüyor. Uçsuz bucaksız evrenimizde bizim Güneş sistemimize benzer 200 milyar sistemin olduğu tahmin ediliyor. Büyük Patlama kuramına karşı çıkanların ileri sürdüğü görüşler bir yana, İnsanoğlu, türünün bu uzun yolculuğunun yalnızca son 7-8 bin yıllık zaman diliminin bilgisine sahip. O da karanlık mı karanlık! Hakkında doğru dürüst bilgi sahibi olduğumuz zaman aralığı 2500 yıllık son dönem. Birkaç milyonluk süre içinde son birkaç bin yılın çok özel bir önemi var. İnsanoğlu binlerce yıl bir doğa varlığı olarak, doğaya rağmen doğaya karşı ayakta kalma, yani ‘tekâmül savaşımı’ verdi. Gerçeği şu ki, insan atalarımızın bir iki milyon yıllık geçmişte ortaya koyduğu gelişme ve değişmenin hızı son iki yüzyılda ortaya konan gelişme ve değişmenin hızının çok gerisinde kalır. Son 25 yılda, yani 21. yüzyılın yaklaşık ilk çeyreğinde bilim ve teknik öyle korkunç bir hızla ilerledi ki gelişmeleri takip etmek bile olası değil. 25 yıl önce birileri bize “Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar ellerindeki küçücük bir telefonla bulundukları yerden görüntülü görüşmeler yapacaklar, mailler atacaklar, internetin bütün olanaklarından yararlanabilecekler, ödemelerini yapacaklar, devlet kurumlarıyla işlerini halledecekler, kan basınçlarını ölçebilecekler, dersler verebilecekler, toplantılara ve ihalelere girebilecekler, alım satım yapabilecekler …” deselerdi inanır mıydık acaba?
Tasarlanabilen gelecek – bilinmez gelecek
‘Gelecek’ten söz edenler bu konuda oldukça temkinli hareket ediyorlar. 50-250 yıl sonrasını ‘yakın gelecek’, 250-500 yıl sonrasını ‘uzak gelecek’, daha ilerisini ise ‘belirsiz gelecek’ olarak tanımlamak kanımızca hiç de yanlış olmaz. İnsanoğlunun geleceğinden söz edilirken aslında iki konuya vurgu yapılıyor: Birincisi, gezegenimizdeki geleceğimiz (Bu da gezegenimizin ekosistemindeki ağır tahribat nedeniyle ‘çok uzun bir gelecek’ olarak görülmüyor); ikincisi de gezegenimizin dışında (uzay gemileri içinde, koloniler hâlinde veya başarabilirsek bir başka gezegende, astronotlarınkine benzer özel giysiler içinde) yaşama. Bir başka gezegende yaşamak, en azından şimdilik, hiç gerçekçi görülmüyor. Zira, en yakın gezegen bile bizim Dünya’mıza on binlerce ışık yılı uzaklıkta (Işığın hızının saniyede 300.000 km, 1 ışık yılının da yaklaşık 9,5 trilyon kilometre olduğunu hesaplarsanız aslında bu mesafeleri gerçekte kastedemeyeceğimiz ortadadır. Ayrıca oralara ulaşabilsek bile, bütün bu gezegenlerdeki gaz bileşimi ve ısı farklılığı, bizim oralarda ‘dünyadaki gibi’ yaşamamızın önünde büyük bir engeldir. Önümüzdeki 10- 20 yıl sonra neler olabileceğini kestirebilmek imkânsız. Yine de son 25 yıldaki değişmelere ve gelişmelere bakarak geleceğimizle ilgili tahminler yapan yığınla bilim insanı var. Bunlar kabaca iki öbeğe ayrılıyorlar: Geleceği “Tanrı’yı devre dışı bırakarak” açıklamaya çalışanlar ile “inanç eksenli gelecek tasarlayanlar”.
Hayâl et, gerçekleşsin!
Bütün sanat dalları arasında yalnızca edebiyat (senaryosu da edebiyata dâhil olduğu için dolaylı olarak da sinema) hayâl dünyamızın sınırlarını zorlayarak bizi geçmişe ya da geleceğe taşıyabilir. Edebiyat dünyası (ve sinema) bizi bu iki uçta yolculuğa çıkaran sayısız eser sunmuştur insanlık mirasımıza. Burada animasyonun da hakkını vermek gerekir. İlkin kartonlarla becerdik insanları oradan oraya uçurmayı. Bilim de bunları izledi. Artık 80 güne gerek yok, 1 günde bile devr-i âlem mümkün. Uçan arabalar da yapıldı. Bir mekândan başka bir mekâna ışınlanma; Mars’ta ve diğer gezegenlerde yaşama, koloniler kurma gibi hayâlleri gerçekleştirmek için de harıl harıl çalışıyor bilim insanları. Geçenlerde ‘ileride canlandırılmak koşuluyla dondurulan’ bazı insanların resimleri yer aldı basında. Yapay zekâya bağlanan ve robotlar ta-rafından yönetilen işletmeler, zamanda geriye ve ileriye sıçramalar,.. Elon Musk’ın Hyper-loop’u üç beş yıl içinde bütün dünyayı sararsa hiç şaşmayın! Matrixvari zaman ve eylem bükülmeleri, daha neler neler önce hayâl dünyamızda canlanıyor, ardından hemen edebiyata ve sinemaya taşınıyor, sonra da gerçeğe dönüştürülüyor.
Christopher Reeve ‘Süpermen’ adlı filminde bizi de kendisi gibi uçabileceğine inandırmıştı. Tom Cruise ondan geride kalır mı! Dünyamızı kötü insanlardan kurtarmak için (ki, bu konuda Amerikalılara ne kadar teşekkür etsek azdır) ‘Görevimiz Tehlike: Hayalet Protokolü’ filminde Dubai’deki Burç Halife’nin 119. katındaki suit odanın penceresinden kendini boşluğa bırakır. Uçan uçana…
Michael Crichton’un aynı adlı romanından yola çıkılarak çekilen Jurassic Park filmlerinde dinozorlar yeniden aramıza katıldılar. Bu filmler bize teknolojinin nelere kâdir olduğunu gösterdi. George Lucas’ın yazıp yönettiği ‘Yıldız Savaşları’ filmlerinde dinle, tarihle, felsefeyle harmanlaşmış uzay ‘iyilerle kötüler arasındaki amansız savaşlar’a tanık olur. Bu seriden türeyen Jedi’lar (bir keşiş grubu) gerçek yaşamda da oluşturulmuş, ‘Hangi inançtan olduğu’ sorusuna İngiltere’de yaklaşık dört yüz bin kişinin Jedi yanıtı verdiği, bu adla kilise bile kurulduğu göz önüne getirildiğinde edebiyatın geleceğe nasıl yön verdiği açıkça anlaşılır. Matrix filmleri, Yüzüklerin Efendisi serisi, James Cameron’un yazıp yönettiği Avatar’da dijital askerlerle mavi halk arasındaki çatışmalar bilgisayarlarla neler üretebileceğimizin, maddî gerçekliği ne ölçüde eğip bükebileceğimizin sinyallerini de verdi.
Düşmana ölüm!!!
İnsanlığın geleceği söz konusu olduğunda bizi bu konuda endişelendirmesi gereken en önemli sorun yukarıda birkaçını saydığımız, her gün yüzlercesi üretilen filmler ve bilgisayar oyunları olmalı. Çocukların ve yetişkinlerin dijital düşmanları öldürmek için harcadıkları zaman ve enerji, dünyalı neslimizi tir tir titretmeliyken bu konuda kimsenin kılını bile kıpırdatmaması, aksine bu oyunların en tehlikeli virüs misali hızla yayılması nefret kültürünün olağanlaşması tehlikesini de beraberinde getiriyor. Bunun, insanları ‘ortak bir kurtuluş projesi’ etrafında birleşmek yerine ‘güçlü olan kurtulsun’ biçimindeki Darwinist anlayışa yönelttiğini anlamamak safdillik olur. Haliyle de bu cenahtan çıkan, yani sosyal Darwinist ‘gelecekçiler’in, hemen her konuda ‘sevgi’yi yüceltmeye çalışan Müslümanlara yer vermemeleri çok anlaşılabilir bir durumdur. İlki Nietsche’nin “Tanrı’dan kurtulmuş”, dolayısıyla kendisini sınırlayacak, korkutacak hiçbir engeli kalmamış sözde ‘özgür insan’ı, diğeri de “her eyleminin hesabını vereceğini bildiği için cidden titreyen Kur’an insanı”.
Geleceğe yön veren bugünkü sorunlarımız
Yüzyılımızın ilk çeyreğinde acilen çözüm bekleyen sorunlarla karşı karşıyayız. Bunların öne çıkanları şunlar: Endüstriyel kapitalizmin, doğal olarak da gezegenimizdeki yaşamın sonunu hazırlayan ekolojik felaket; ucuz emeği devre dışı bırakacak, büyük insan kitlelerini, dünün atları gibi ‘gereksiz’ hâle getirecek olan otomasyon; silahlanma yarışı, özellikle de nükleer silahların varlığı; bölgesel savaşlar; küresel yoksulluk; uyuşturucu kaçakçılığı ve kullanımı; terör faaliyetleri; ırkçılık ve yabancı düşmanlığı; ahlâkî yozlaşma (marka hastalığı, sanal âlem yalnızlığı, farklılıklara tahammülsüzlük, hazcılık, tüketim çılgınlığı, yaşlıların izole edilmesi, benmerkezcilik …) Gelecek üzerine kafa yoranlar bu sorunlardan yola çıkarak tahminde bulunuyorlar.
Tanrıtanımaz (ateist) ‘gelecek teorileri’
Yukarıdaki alt başlığı deistleri, agnostikleri, ilâhî bir yaratıcının varlığını kabul etmeyen ve evreni ‘tesadüfün eseri’ olarak gören bütün akımları kapsayacak şekilde kullanmak hiç de yanlış olmaz. Zira ‘tasarımı’ yani ‘her şeyin bilgisine sahip ezelî ve ebedî bir yaratıcıyı’ kabul etmeyen bütün anlayışlar aynı yöne gider ve bir noktada buluşur. Rasulullah (s.a.v.) bu durumu bir Hadis-i Şeriflerinde müthiş bir formülasyonla “Küfür tek millettir” şeklinde açıklamışlardır.
İnsanlığın ilkel geçmişinde dinlerin, az ya da çok, bir yeri ve işlevi olduğunu, ancak geleceğin akıllı ve pragmatist (faydacı) toplumlarında böyle bir yerin ve işlevin söz konusu olamayacağını ileri süren kuramcıların kitapları süslüyor son yıllarda kitapçı vitrinlerini. Üstelik bunlar ‘en çok satanlar listesi’nde yer alıyorlar. Bu yazarların ortak özelliği, geçmişe ve bugüne bakarak, bizim yukarıda sıraladığımız ve sokakta topaç çeviren çocuğun bile hakkında görüşler bildirebileceği temel küresel sorunlar üzerinden ‘gelecek’ üzerine tahminlerde bulunmak.
Yakın dönemde art arda yayımladığı üçleme ile (Homo Sapiens, Homo Deus, 21. Yüz-yıl İçin 21 Ders) bilim dünyasında adından en çok söz ettiren bilim insanı Yuval Noah Harari ve yukarıda zikredilen kitapları hakkında çokça yazıldı, çizildi. Bir diğer önemli yazar da Peter Frase. ‘Four Futures: Life After Capitalism (Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Hayat)’ başlıklı kitabıyla ‘insanlığın geleceği’ meselesini geniş bir oylumda ele almış Frase. Farklı kabuller dünyası olan bu iki yazarın kitapları bizim yazımızın başlığında sorduğumuz soruya yanıt arayan bütün kitapların birer özeti mahiyetinde. Bu yönleriyle ve bu yüzden kısaca değineceğiz bu yapıtlara.
1 Harari üçlemesi: Yapay zeka, algoritmalar, dataizm ve işe yaramayan yığınlar
Harari ‘Homo Sapiens’te ‘önemsiz bir hayvan’ olarak betimlediği ‘insan’ın 20. yüzyıla kadarki macerasını ele alıyordu. Harari’nin diğer iki kitabı ise ‘gelecek’le ilgili. Homo Deus’ta dinleri insanların yarattığını; diğer -izm’lerin de (komünizm, faşizm, liberalizm …) birer ‘din’, birer Tanrısız din olduklarını ileri sürmekteydi. “Yeni dinlerin Afganistan mağaraları ya da Ortadoğu medreselerinden doğması pek mümkün görünmüyor. Yeni dinler araştırma laboratuvarlarında serpilip büyüyecekler.” (H. Deus, 364) diyen Harari ‘teknodinler’ adını verdiği bu dinlerin algoritmalara ve genlere (Burada Harari’nin kendi Yahudi genlerini kastedip etmediğini anlayamıyoruz. Öyle ya; genleri en saf, en bozulmamış halk Yahudiler.) dayalı bir kurtuluş vaadiyle dünyayı fethedebileceğini söylüyor. 18. ve 19. yüzyıllara (ve tabii ki daha öncesine) din, 20. yüzyıla hümanizm damgasını vurmuştu. 21. asra ise dataizm damgasını vuracak. Bütün -izm’ler silinecek, dataizm egemen olacak her yere. “Evrende veriye indirgenemeyecek bir şeyler olabilir mi?” (H. Deus, 411) Gelecekte her bireyle ilgili bütün bilgiler daha anne karnından itibaren databanka yüklenecek ve kişinin zamanla ne yiyip, ne içeceğine, kimle evleneceğine (evlilik kalırsa şayet ES), hangi mesleği seçmesi gerektiğine, o gün kaç kahve içebileceğine, kaç dakika daha yürümek zorunda olduğuna vücuduna yerleştirilen çipler karar verecek. Bizi doğduğumuz günden itibaren takip eden, bütün yazışmalarımızı, ilişkilerimizi bilen, duygularımızdaki dalgalanmaları sismograf duyarlığıyla kaydeden Google amca ‘falcı bacı’ gibi ahvalimizi bir bir önümüze dökecek.
Homo Sapiens’i ve Homo Deus’u okuyan okurlardan gelen soruları göz önünde tutarak hazırladığı 21 Ders’te yakın gelecekte karşılaşacağımız sorunları ele almaya çalışan Harari “Felsefe, din ve bilim topyekûn vadesini doldurmak üzere (Dikkatli bir okur burada Samuel Huntington’un ileri sürdüğü, Francis Fukuyama’nın da yinelediği “bütün ideolojilerin liberal demokrasi karşısında silinip gideceği ve bunun da ‘tarihin sonu’ olduğu ve nihai kapışmanın, yani kültürler arası savaşın Batı dünyası ile İslam dünyası arasında yaşanacağı” şeklindeki teorisini Harari’nin ‘bilimin sonu’ olarak değiştirdiğini hemen anlamıştır.) ama yapay zekâ ve biyoteknoloji insanlığa yaşamı yeniden şekillendirip tasarlama gücü veriyor.” (21 Ders, 17) ifadesiyle makinelerin gölgesinde ve onlara tâbi olarak edilgen bir yaşam süreceğimizin altını çizer. Aynı sayfada “Filozoflar son derece sabırlı insanlar ama mühendisler o kadar değil, yatırımcılarsa hiç değil.” diyerek ‘yaşamın anlamı’ gibi felsefî konuların gelecekte bir anlam ifade etmeyeceğini vurgulamış olur. Öyle ya, insan zekâsının değil de ‘yapay zekâ’nın egemen olacağı bir gelecekte filozof da kim oluyormuş! “Bazı meslekler kurtarılmayı hak etmiyor.” (21 Ders, 50) Kasiyerlik, avukatlık, tercümanlık, gazetecilik, danışmanlık, emlak komisyonculuğu… İşte silinip gidecek mesleklerden yalnızca birkaçı. Geleceğin toplumunu sınıfsız toplum olarak hayâl etmekteydi sosyalistler. Harari bize bunun gerçekleşemeyeceğini şu sözlerle bildirir: “İnsanlık küçük bir insanüstü sınıfla, işlevsiz, lüzumsuz homo sapiens altsınıfı şeklinde ikiye ayrılır.” (21 Ders, 83) Ne üretici ne de tüketici sıfatıyla gelecekte kendisine gereksinim duyulmayacak olan altsınıfın zavallı yığınları için az da olsa kurtuluş umudu yok mudur? Harari “Tüm servet ve iktidarın küçük bir seçkin eline geçmesini engellemek istiyorsak, bunun yolu ‘veri mülkiyeti’ni engellemekten geçiyor.” diyerek zayıf çoğunluktan yana az da olsa yüreğimizi ferahlatır. Marx, kapitalizm vahşetini yok etmek için anamalı (sermayeyi) dizginlemekten ve özel mülkiyeti engellemekten söz ediyordu, Harari geleceğin ultra medeniyetlerinde (buna ‘medeniyet’ denirse tabii ki) düzeni sağlamak için ‘veri mülkiyetini’ engellemeyi öneriyor.
Karar ve yönetim mekanizmalarına yön veren seçkinlerin işyerlerinde insanları değil de daha iyi performans sergiledikleri için makineleri tercih etmeleri (öyle ya, ne başı ağrır makinenin ne dişi; yorulmazlar, grev de yapmazlar; bazen bir makine bin işçinin işini üretir) otomasyonu insanların düşmanı yapmıştı. Geleceğin dünyasında bu boşa çıkan insanların nerelerde istihdam edileceği ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Bu konuyu dile getiren binlerce insandan biri olan Harari bu konuda bir çözüm öneremez.
“İnsanlık tek bir dünya medeniyetine dönüşecek şekilde kaynaşıyor.” (21 Ders, 106) sözüyle ulusal sınırlara, yerel kültürlere ve dinlere çok çabuk mezar kazar Harari. “Geleneksel dinler teknik ve siyasi sorunlar açısından büyük ölçüde kifayetsiz. Üfürükçülüğün yerini nöroloji, cin çıkarmanın yerini de prozac alıyor.” (21 Ders, 128) ve “Hristiyan ekonomisi, Müslüman ekonomisi, Hindu ekonomisi diye bir şey yoktur. 21. yüzyılın büyük sorunlarıyla boğuşurken din ne işe yarayacakmış.” (21 Ders, 130-131) diyerek devam eden Harari birkaç sayfa sonra da yukarıdaki sözleriyle çelişen şu açıklamayı yapar: “Bir din ne denli arkaik görünürse görünsün, neredeyse her dâim bir nebze yaratıcılık ve yeniden yorumlamayla son teknoloji ürünü cihazlar ve en sofistike çağdaş kurumlarla aynı potada eritilebilir.” (21 Ders, 134) Toparlayacak olursak: otomasyon, yapay zekâ, algoritmalar (algoritmayı ‘sorun çözmek ve karara varmak amacıyla kullanılan bir dizi metodolojik adım’ olarak tanımlar Harari), zihin mühendisliği, biyoteknoloji, bilişim teknolojileri, dijital diktatörlük vb. kavramlarla geleceği ören Harari makinelerden ve sayılardan bir dünya vadeder insanoğluna ve zaten gelecekte çoğu gereksizdir bu insanların. Ruhu yoktur bu demir yığını medeniyetin. Aşağıdaki alıntılar da Harari’den. Ve inancı yakıştırmadığı, dine bir yer vermediği gelecekte işlerin hiç de iyi gitmeyeceğinin sinyalini şimdiden verir: “İsrail’deki evimde hastalanıp yatağa düşersem Kaliforniya’daki çevrimiçi arkadaşlarım benimle sohbet edebilirler, ama bana bir tas çorba ya da bir bardak çay getiremezler.” (21 ders, 94) Geleceğimizde teknolojinin bizi tamamen kontrol altına alacağını şu güzel örnekle anlatır: “Suratları akıllı telefonlarına yapışmış şekilde sokakta dolaşan zombileri gördünüz mü? Sizce onlar mı teknolojiyi kontrol ediyor, yoksa teknoloji mi onları?” (21 Ders, 245) Böyle söyledikten sonra “Evrende bir olay örgüsü yoktur. Ev-rende anlam yoktur. İnsan duyguları da bir anlam taşımaz.” (21 Ders, 273) diyen Harari’nin nasıl bir çelişki içinde olduğu ortadadır.
- Kapitalizmden sonra hayat: Dört gelecek (ikisi ütopik, ikisi de distopik)
Kapitalizm sonrası insanlığı nasıl bir gelecek bekliyor sorusuna yanıt ararken tıpkı Harari ve diğer bilim insanları gibi günümüzün evrensel sorunlarından hareketle önermelerde bulunur Peter Frase. İklim değişikliği, ekolojik sorunlar, otomasyon ve robotlaşma, teknolojinin çalışmayı gereksiz kılışı bu sorunların başta gelenleridir.
Frase insanlığın geleceğine dair dört olasılıktan söz etse de “teknik ve ekolojik faktörlerin sihirli dokunuşuyla kendiliğinden ortaya çıkacak tek bir gelecek olduğunu iddia etmek” gibi bir niyetinin olmadığını açıkça vurgular: “Belirsiz bir geleceğe doğru ilerliyoruz.” (4 Gelecek, 28) Bu gelecek tahminlerini Marxist-ateist bakış açısına göre yapan Frase, üretim araçlarına sahip olan kesimi ve geniş yığınların refahını düşünerek ‘bolluk ve kıtlık’ kavramlarını ön plana çıkarır.
Frase’in ilk gelecek tasarımında ‘Komünizm: Eşitlik ve Bolluk’ yer alır. Buna göre bu modelde üretim neredeyse tamamen makinelerle, robotlarla yapılır. Küçük bir teknokratik elit işleri programlamak ve düğmelere basmak için gerekli olabilir, ama kitlelerin neredeyse tama-mı boşa çıkmıştır. Onların kol emeğine gereksinim kalmamıştır. Özgürlük de aslında çalışmanın bittiği yerde başlamaz mı? Bu özgür insanlar bolluk bereket içinde yaşamaktadırlar. İşte sana komünizm! Sevdiği işi yapan özgür bireyler yaşamlarını yararlı etkinliklerle şenlendirmeye çalışır. İşte sana şenlikli toplum. Bu toplumun önünde kaynakları ve enerjiyi ekolojik tehlikeye yol açmadan kullanma gibi bir görev vardır. Ücretli emeğin ortadan kalkmasıyla ekonomik korkularından kurtulan insanlar isterlerse birkaç saatlik işlerde çalışabilirler. Yani, çalışma sağlıklı kalmak için yapılacak bir faaliyet olarak görülür.
Yukarıdaki ütopya gerçekleştiğinde ‘işsizliğin çalışmayan kişilerde ortaya çıkardığı ruhsal ve bedensel rahatsızlıklarla mücadele etmek’ gerekecektir. Bir ‘tık’la bütün ihtiyaçlarını karşılayan bir insan ‘Benim güzel hayatım bu mu?’ diye de soracaktır elbette; ki buna ‘yaşamın anlamını sorgulamak’ diyoruz.
Bu ‘eşitlik ve bolluk içeren sınıfsız topluma geçiş’ öyle sanıldığı kadar kolay değildir.
“Servet ve iktidar sahiplerinin ellerindekilerden gönüllü olarak vazgeçeceğini düşünmek safdillik olur.” (4 Gelecek, 39) diyen Frase, sosyal haklar, herkese yaşamını kimseye gereksinim duymadan sürdürecek kadar bir temel gelir, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmetleri gibi adımlarla kapitalist toplumların ‘yumuşak biçimde’ tam komünizme dönüşeceğini ifade eder. Buradaki anlatıma dikkat: Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao Zedung gibi önderler komünizmi, yani sınıfsız toplumu proleteryanın inşa edeceğini ileri sürüyorlardı, Frase ve onun gibi düşünen ‘gelecek kuramcıları’ komünizmi bizzat kapitalistlerin getireceğini iddia ediyorlar. Her şeyin makinelerle yapılacağı bir üretim düzeninde proleterya (yani sınıf bilincine sahip işçiler) olmayacağı için sınıfsız toplumu (komünizmi) proleteryanın kurması da imkânsız hâle gelecek. Marx Kapital’inde bunu ‘sınıfın kendisini yok etmesi’ olarak öngörmüştü. (Sosyalist devrimlerin öncelikle işçi sınıfının en yoğun olduğu ülkelerde gerçekleşeceğine ilişkin Marxist iddia da, bu devrimlerin İngiltere, Almanya gibi ülkelerde değil de Rusya ve Çin gibi feodalizmin hâkim olduğu ülkelerde ilkin gerçekleşmesiyle boşa çıkmıştı.)
Hiç mi çatışma olmayacak geleceğin komünist toplumunda? Kıtlık ve para ortadan kalksa da bu komünist toplumda, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin öyle kolay kolay kaybolacağını düşünmemektedir Frase.
‘Gelecek’ söz konusu olduğunda Frase’nin ikinci kuramı ‘Rantizm: Hiyerarşi ve Bolluk’tur. Frase, kapitalistlerin iktidarlarını öyle kolay kolay terk etmeyeceklerini, egemenlik haklarından vazgeçmeyeceklerini bildiğinden, yine ‘kapitalistlerin denetiminde’ ve tabii ki ‘kâr amacı güden’ ama kitlelere de refah sunan bir gelecek tasarlamaktadır. ‘Çeşitli türden statü rekabetleri, statü hiyerarşisi, patent/ telif hakları konusunda müthiş kapışmalar’ bu geleceğin muhtemel çatışma unsurları olacaktır. “Robotlara sahip olan dünyaya da sahip olur” temel slogandır. Fikrî mülkiyet hakkını korumak, lisans sahibi olmak için kıyasıya bir mücadele verilecektir. (Harari’deki ‘veri mülkiyeti’ ile Frase’de ‘patent/ telif hakları’ aynıdır.)
Pek iyi de; kapitalist ilişkilerin hâlâ egemen olduğu, üstelik de sanal dünyayı denetim altına almak için tepedekilerin kıyasıya bir mücadele yürüttüğü bir gelecekte, emeği hiçbir değer taşımayan yığınlar nasıl ayakta kalabilecekler? Burada ‘egemenlerin insafı’ devreye girecek. Bir işe yaramayan, kol gücüne gereksinim duyulmayan çoğunluk ‘hak ettiği için’ değil, sırf ‘egemenler öyle istediği için’ bolluktan kendisine ayrılanı alacak. Peki, huysuzluk ederse bu işe yaramaz çoğunluk? Yanıtı hazır: Hiyerarşik düzen güçlü hukuk ve asayiş sistemi ile garanti altına alınacak. Yani ‘hiyerarşi’den taviz yok, Herkes haddini, yani sınıfını bilecek!
Sosyalizm: Eşitlik ve Kıtlık!
Üçüncü ‘gelecek’ tasarımı budur Frase için. Dünyamızın büyük bir kente, ülkelerin birer kasabaya, kentlerin de birer köye dönüşeceği yakın gelecekte insanlar ortak sorunları (ekolojik tahribat, savaşlar, açlık, işsizlik …) için birlikte çalışmak zorunda kalacaklar ve bu ortaklık sosyalizmin inşasıyla tamamlanacak. Fosil yakıtlara alternatif temiz ve yenilenebilir enerji kullanımı (rüzgâr ve güneş enerjisi, jeotermal, dalga, kinetik enerji) devreye girecektir. Tüm kurumların kamusallaştırılacağı bu ‘gelecek modeli’nde eşitlik sağlanmış olsa da, kıt kaynakların âdil paylaşımının pek de kolay olmayacağını, otomasyon nedeniyle işsiz kalan yığınların büyük sıkıntılar yaşayacağını, ‘temel gelir’in bu düzende de işe yarayacağını söyleyebiliriz. Aslında bu gelecek tasarımında önümüze konan, eski Doğu Bloku ülkelerinin resmidir: Bütün kurumları kamusallaştırılmış bir devlet ve SSCB, Kuzey Kore, Vietnam, Kamboçya benzeri, halkı sıkıntı çeken sosyalist yapılar!..
En kötü tabloyu ‘Exterminizm: Hiyerarşi ve Kıtlık’ olarak önümüze koyar Frase. Sınıf çelişmelerinin keskinleştiği, orta tabakanın yeryüzünden silindiği, bir avuç elit tabaka ile alt tabakadan milyarlarca insanın birbirine düşman olduğu ‘köktenci bir gelecek’tir betimlediği. Azınlık kendini yığınların saldırılarından korumak için özel mekânlarda yaşamaktadır. Kimi kez bir uzay üssünde, kimi kez korunaklı bir adada, kentte… Ama asla lüzumsuz varlıklarla aynı yerde değil. Emeğine ihtiyaç duyulmayan ayak takımı imha edilse yeridir. “Şirketler bu elit gruplara kızılötesi sensörler, yüz tanıma teknolojileri ve zehirli duman veya biber gazı sıkan savunma sistemleri pazarlamaktadır.” (4 Gelecek, 95) Frase’in bu son senaryosunda tarih tekerrür eder. Millî boğazlaşmalar, evrensel ve yerel hesaplaşmalar sürer gider. İçte polis baskısı, dışta saldırgan politika her devletin davranış biçimidir. Irkçılık, ayrımcılık, emek sömürüsü, kitlesel işsizlik, çevre kirlenmesi, soykırımlar, darbeler…
Baskıdan imhaya bir geçiş her yerde esen rüzgârdır.
Bu dört ‘gelecek modeli’ni sıraladıktan sonra son sözünü söyler Frase: “Nereye gideceğimizi (yani, yukarıda sıralanan dört seçenekten hangisini yaşayacağımızı ES) belirlemek bize düşmektedir!” (4 Gelecek, 105)
Özetle; bu cenahtan yazarlar geleceğin insanlarına biri dünyada, diğeri de dünya dışı iki yerleşim tasarlarlar. İlkinde, çok büyük bir nükleer savaş, bir ekolojik felaket doğal kaynakları tamamen kurutmuştur. Savaş galibi nükleer güç, dümenin başına geçer ve gezegenimizde yaşam hayatta kalabilmiş bir avuç insanla kaldığı yerden devam eder. (Einstein bu durumu “3. Dünya Savaşı nelerle yapılır bilemem, ama 4. Dünya Savaşı’nın oklarla ve mızraklarla yapılacağı kesin!” diyerek anlatmıştı.) Daha iyi görmesi, koşması, duyması, bilmesi için sağına soluna çipler yerleştirilen robotinsan yeryüzüne sığamaz, kaparıyla (kapar: uzay giysisi) uzay aracının içine kurulur; toprağa, mesafeye, solunan havaya, dünya zamana bağımlılıktan tamamen kurtulduğu uzaya yelken açar. Uzayda ve uzayzamanda bir sınır da yoktur, anlam da! İnsan uzayda ‘uzayinsan’a evrilir; ‘biyolojik ömür’ değil, ‘robotik ömür’ sürer; anneden doğmaz, yapay rahimde yapay döllenmeyle üretilir.
‘Gelecek’ senaryoları ve İslam dünyası…
Müslüman olmayan kesimlerin ‘gelecek’ ile alâkalı birçok yayınının karşısında (ki, biz yukarıda bunlardan yalnızca en önemli iki tanesinin tezlerini işlemeye çalıştık) İslam dünyası tam bir sessizliğe bürünmüştür. İslam dini, inanç ve ibadet, teolojik bütün konular üzerine sayısız kitap yazdı Müslümanlar; beyin, yapay zeka, teknoloji, uzay, ekoloji gibi alanlar üzerine kitaplar yazan Müslümanlar da var yeryüzünde, hem de binlerce. Ama ‘geleceğin toplumlarının nasıl şekilleneceğini’ öngören ve bu gelecekte İslam’ın nasıl bir yerinin olabileceğini ortaya koyan, yani iki olguyu bir potada eritmeyi deneyen bilim insanları pek görünmüyorlar.
Neyse ki ahvâlimizi bilen ve elini taşın altına koyan birileri var yine de. Bu birkaç kişinin de yine Batı’dan çıkan, sonradan Müslümanlığı benimsemiş kişiler olması, üzerinde ayrıca düşünmemiz gereken bir durumdur.
Yukarıda ateist ‘gelecek kuramcıları’nın dine, dolayısıyla Müslümanlara gelecekte hiç şans tanımadıklarını, onların, diğer dinler gibi, İslam’ın da dataizm, biyoteknoloji, yapay zekâ, uzay mekikleri falan arasında, tedricî olarak, eriyip gideceğini ileri sürdüklerini belirtmiştik.
Ama Batı’dan bir ses “Geleceğimizde İslam Var!” diyerek bağırdı; hem kendisi henüz Müslüman bile değilken (Bu kitabı yazdıktan 1 yıl sonra Müslüman oldu bu şahıs) hem de Harari, Frase gibileri piyasada bile yokken…
Öyle sıradan biri de değildi bu kişi; bir dönem Fransız Komünist Partisi’ni yönetmiş, Müslüman oluncaya kadar Avrupa entelektüelleri arasında parmakla gösterilen, adı iftiharla anılan, İslam’a intisab ettikten sonra da şimşekleri üstüne çeken, adı bilinçli bir biçimde unutturulmaya çalışılan Roger Garaudy idi.
Garaudy’yi “İslam’ın Va’dettikleri” adlı mükemmel kitabıyla tanıyor bilim dünyası. Bu kitapta İslam’ın ne vadettiğinden ziyade Batı uygarlığının neler vadedemeyeceğini, yani insanlığa bir gelecek sunamayacağını mükemmel örneklerle ve gözlemlerle anlatır. Geleceğimizde İslam Var da bu kitabın biraz daha toparlanmış yeni biçimidir.
İnsanlığın geleceğinde İslam’ın en yapıcı rolü oynayacak semavî bir din olduğunu ileri süren diğer kişi de eski bir Alman diplomat olan Dr. Murad Wilfried Hofmann’dır.
“3. Binyılda Yükselen Din İslam” adlı kitabıyla ‘geleceğimizde İslam’ın nasıl bir yeri olabileceği sorusuna yanıt arayan Hofmann düşüncelerini temellendirmeye çalışırken aslında Garaudy ile aynı yöntemi benimser. İki kitapta da Batı’nın karşısına Doğu çıkarılır. Doğu’yu temsil eden İslam dinidir. Bu dinin bilimde ve teknikte Batı’ya öncülük yaptığı anlatılır.
Hayatı yalnızca maddî yönüyle ele almayan İslam, ruhaniyeti/mânevîyatı öne çıkararak insanla ve kainatla Yüce Yaratan arasında irtibat sağlar. Buradan hareketle inanca ve aşkınlığa dayanan bir toplum modeli sunulur geleceğin insanlarına.
Ancaaaak; Harari ve Frase gibi yazarların geleceğin dünyasını (ya da dünyanın geleceğini) tasarlarken öne çıkardığı ekolojik felaket, otomasyon, algoritmalar, robotlaşma, yapay zekâ, biyoteknoloji, dataizm, ücretli çalışmanın olmadığı bir dünya, uzay üssünde yaşam gibi konular yer almaz Garaudy’de ve Hofmann’da. Bunların kitaplarında İslam’ın genel kabulleri sıralanır ve geleceğin şu temeller üzerinde inşa edileceği vurgulanır:
- Bu muazzam kainat (macro & micro-cosmos) tesadüfen ortaya çıkmamıştır, Yüce Rabbimizin eseridir.
- Yüce Yaratan cinleri ve insanları ‘kendisine ibadet etsinler’ diye yaratmıştır.
- İnsanın görevi yalnızca ‘yaşamak’ değildir. (Bunu evrendeki milyonlarca tür, bu türlere ait milyarlarca alt tür hayvan, bitki zaten yapıyor.)
- ‘Eşref-i mahlukat’ Allah’tan başka hiç kimseye, hiçbir şeye kulluk etmemelidir.
- İnsan ‘kul’dur, ‘köle’ değildir; ‘seçme hakkına sahiptir’, yani eylemlerinden sorumludur.
- Yaşamın amacı şu sınav dünyasında ‘kulluğu lâyıkı ile yapmak’tır.
- Bilim ‘tekâmül üzere yaratılmış insan’ın zorunlu eylemidir ve Rabb’in koyduğu kanunlara bağlı olarak gelişir. (Yani, Archimedes bulsa da bulmasa da su kaldırıyor, Newton bulsa da bulmasa da yer çekiyor. Bunlar Allah’ın (c.c.) kanunlarıdır; bilim bu kanunların işleyişine uygun olarak hayatı anlama ve kolaylaştırma girişimidir.) 8. Bilim ve teknoloji hangi boyuta ulaşırsa ulaşsın, insan hangi mekanlara taşınırsa taşınsın, hangi donanımlara sahip olursa olsun ‘kulluk’ görevi asla bitmeyecektir.
- “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur, huzur bulur”.
- İnsana, doğaya sevgi ve bir aşkın varlığa hesap vereceği bilinci evrendeki bütün sorunların çözümünün anahtarıdır.
Bu ilkeler bütün zamanları ve mekânları kapsar. Gelecek budur! Erol Sanburkan —◄◄